Eve döndüğümüzde olanlardan sonra Taeyong'la öylece vedalaşmak kolay değildi. Bu yüzden bize gelmesini teklif ettiğimde basitçe kabul etmesi ikimiz adına da iyi olmuştu.
Üç kişilik kanepeye oturup, birbirimize dönmüş, bağdaş kurarak ellerimizin arasındaki dumanı tüten sıcak kakaoyla yüzlerimizi izliyorduk.
Adamların küle dönmesiyle sonlanan bütün olayları aklımdan teker teker geçirirken tüylerim yeniden ve yeniden ürperiyordu. O yerden uzaklaşmak, Taeyong'la karşılıklı oturup tatsız tüm meselelere rağmen sıcak kakao içmeye çalışmak geride kalanları unutturmaya yetmiyordu çünkü Taeyong'a da unutturamadığı yüz ifadesinden açıkça belliydi. Kaynağın adamları vurması ona bariz bir şekilde öldürdüğü Arumlardan çok daha ağır gelmişti. Doğrusu bana da ağır gelmişti çünkü tıpkı Hiroşima'ya atılan atom bombası videolarını hatırlatıyordu. Işık o kadar yoğun bir şekilde patlamıştı ki küle dönmüş olsalar da adamların düştükleri yerde tüm karanlığa rağmen silik bir gölge kalmıştı ve sonrasında biz hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışarak arabalarını ormana götürüp geriye pek bir şey kalmayana dek yakmıştık. Daha doğrusu Taeyong yakmıştı. Çünkü orada olduğumuzu gösteren bütün delilleri yok etmemiz gerekiyordu. Ama sonunda insanlar o iki adamın eksikliğini fark edecek, özellikle de ailelerinden gelen sorular etrafta dolaşmaya başlayacaktı. Tanrım.. onların da aileleri vardı.
Taeyong şapkasını çıkarıp sehpaya koyarken saçlarını eliyle karıştırıp derin bir nefes almıştı ama gözlerinden hiçbir şey okunmadığı için şu anda nasıl hissettiği konusunda tereddütlüydüm. Eve dönerken hiç konuşmamıştı. Ben de konuşması için ısrar etmemiştim çünkü tüm o gerilimin etkisinden kurtulabilmiş değildim.
"İyi misin?" Sesim kısık çıksa da ne dediğimi anlayıp beni başıyla onaylamıştı. Kakaodan bir yudum alıp, kirpiklerimin altından onu izlerken bakışları bir süre kendi bardağında dolaşmış sonra da yüzüme geri dönerek beni dahasını da sormaya itmişti çünkü bir yerden konuşmaya başlamamız gerekiyordu. Onun bu suskunluğunu kırıp, yanındayım demek için bile konuşmamız şarttı. "Binanın içinde ne vardı?" Ensesini ovuşturup başka derin bir nefes aldığında başını yavaşça iki yana sallayışını izlemiştim. "İlk iki odada bir şey yoktu." Sonrası kısa bir sessizlik olduysa bile anlatmaya devam edeceğini biliyordum. "Sadece boş ofis odalarıydı ama çok sık kullanıldıkları belli. Her yerde boş kahve fincanları ve dolu kül tablaları vardı. Daha ileri gittiğimeyse kafesler vardı. Yaklaşık on tane kadar. Bir tanesi daha yeni kullanılmış gibiydi." Kakaodan bağımsız olarak iğrenç bir bulantı hissiyatı içime yayılmaya başladığında Taeyong'la göz göze gelmiştik. Muhtemelen her şeyi gören kişi olarak bu bulantı hissinin on katını yaşıyordu.
"Gerçekten de orada birilerini mi hapsediyorlardı yani?"
"Luxenleri mi? Muhtemelen. Ve belki senin gibileri." Boş elini bacağına indirirken fincanı tutuşu gevşekti. Beni endişelendiren şeyin onu da endişelendirdiğini bilmek tarifsiz bir korkuyu ateşliyordu ve bunun üstesinden nasıl geleceğimi bilmiyordum. "Kafeslerden birinde kurumuş kan vardı. Hepsinde daha önce hiç görmediğim koyu kırmızı taşlarla kaplanmış zincirler ve kelepçeler duruyordu." Tanrım.. kurumuş kan bile başlı başına korku vericiyken kafesler ve kelepçeleri düşünmek aklımı kaçıracakmışım gibi hissetmeme yetiyordu. Bu çok fazlaydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Akis-μός - taeten
FanfictionBir çift yeşil göz, tuhaf kasaba ve ışık insanları. @aroasiren 26.01.21