Ten
Yolculuk sessiz ve gergindi. Hepimizin orduyu peşimizde görmekten korkarak ikide bir dönüp arkasına bakması bir yana, hiçbirimiz ne diyeceğini ya da bir şey demenin doğru olup olmadığını bilmiyorduk. Kun ve Yangyang yaralıydı, hepimiz enerjimizi kullanmıştık ve onları iyileştirmek konusunda Winwin de Yuta'da oldukça yorulmuşlardı.
Taeyong'un kollarında dönüp, yüzümü göğsüne bastırırken o zengin ve bayıldığım kokusunu içime çekmiştim. Ölümün ve yıkımın o dehşet verici ezik ve çirkef kokusu üstüne sinmemişti. Hala benim Taeyong'um gibi kokuyordu ve dünya üzerindeki hiçbir şeyin bu kokuyu silemeyeceğini biliyordum. Gözlerimi kapatıp düşünürken, birkaç beyin hücrem ölene kadar nefesimi tutarsam, arabayla geziye çıktığımıza kendimi ikna edebileceğime inanıyordum. Neyse ki Taeyong emniyet kemeriyle falan uğraşmaya tenezzül etmemişti. Bir ara beni arka pencereden çekmiş, bacaklarının üstüne oturtmuştu. Arabanın içinde ve bu kadar kişinin arasında üst üste oturmamız umurumda bile değildi. Beni kucaklayışı, tüm bu olanların ardından rahatlatıcıydı. Sanırım onun da buna ihtiyacı vardı. Keşke aklından geçenleri okuyabilseydim, keşke neler düşündüğünü bilebilseydim diye hayıflanıyordum ancak yalnızca parmaklarımı kalbinin üstünde gezdirip şuursuzca desenler çizebilmiştim. Tek dileğim vicdan yükü altında ezilmemesiydi. Çünkü olanların -ölümlerin- hiçbiri onun suçu değildi. Ona bunu söylemek istiyor, ne var ki sessizliği bozmaktan da çekiniyordum. Görünen o ki arabadaki herkes bir şeylerin yasını tutuyordu. Belki de Winwin kardeşlerinin her zaman bugüne dair bir iz taşıyacak olmasına yas tutuyordu. Belki de Yuta Winwin'in bu duruma sıkılan canı için yas tutuyordu. Belki de Taeil, çocuklarının başına gelenlere, Jaemin evde öldürülen kadına ve Chenle da Paris'e yas tutuyordu.
Kun ve Yangyang'la yakın sayılmazdık, Paris'i de çok iyi tanımıyordum ama yaralanmalar da ölüm de canımı yakmıştı. Her biri, başka birilerini kurtarmak uğruna kendini feda etmişti ve çoğu insan ne onların isimlerini bilecekti ne de başlarına gelenleri. Fakat biz bilecektik. Kun'un neden baygın gibi yattığını, Yangyang'ın neden kendine geldikten sonra bile hiç konuşmadan öylece oturduğunu ve Paris'in geride bırakılmayı hak etmemesine rağmen bir yıkımın içinde bırakıldığını bilecektik.
Taeyong'un eli sırtımda gezinip, darmadağınık saçlarımın arasında dolaştığında nihayet parmakları enseme sürtünmüştü. Dudaklarını alnımda hissettiğim zaman kalbim de, tişörtünü tutan yumruğum da sıkışmıştı.
Gerindim. Kulağına doğru uzanırken kaskatı kesilmiş bir buz kalıbı gibi hissediyordum. "Seni çok seviyorum." Sonra Taeyong'un vücudu da önce gerilip ardından da rahatladığında benden farkı olmadığını anlamıştım. "Teşekkür ederim." Bana ne için teşekkür ettiğinden emin değildim. "Ben de seni seviyorum." Ona sokulup kalbinin düzenli çarpışını dinlerken her yerim ağrıyordu. Yorgunluktan ölecek haldeydim fakat uyumak olanaksız gibiydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Akis-μός - taeten
FanfictionBir çift yeşil göz, tuhaf kasaba ve ışık insanları. @aroasiren 26.01.21