27. bölüm
Korkuyorum. Bütün bu inanılmayacak olan şeylerin bir rüya olmasından. Gerçek olmayacak kadar güzel, gerçek olamayacak kadar hayal.
Yaklaşık iki saat sonra varmışlardı kaleye. Burası çok güzel, tarihi bir yerdi ve manzarası da pek eşsizdi. Bizans döneminden kalma bir yapıydı. Umut arabayı park etti, düzlük bir yere. Ardından Taner ve Umut arabadan inip çadır kuracakları yeri tespit etmeye gittiler. Arabada sert ve sessizce ileriye doğru bakıyordu Halid Can. Aklı sevdiğindeydi. Acaba ne yapıyor, şu an nasıl, köye gidince canı sıkılacak mı? diye düşünüyordu. Zaten Kübra hemen her şeyden sıkılırdı, böyle bir huyu vardı işte. Halid Can’da buna biliyordu, fark etmezdi çünkü onu kusurları ile kabul edip öyle sevmişti. Ama öylesine değil... Genç adam arabanın içinde bunları düşünürken, dikkatlice izliyordu onu Eda. Halid Can’ın kıvırcık saçlarını, damarlı kollarınız belirgin olan elmacık kemiklerini ve dudaklarını... Halid Can ile konuşmak için can atıyor olsa da daha birkaç saat önce tartışmışlardı ve suçlu olduğunu kendisi de biliyordu. Normalde asla böyle değildi Eda. Okulda çoğu erkeğin peşinden koştuğu ama kimsenin süresine bakmayan ve biraz ego sahibi çekici bir kızdı normalde. Zamanında çok sevdiği bir sevgilisi vardı, Emre. Ailesiyle ile dâhi tanıştırmamıştı, daha doğrusu Emre kendisi tanıştırmıştı Eda'nın ailesi ile bir kaza neticesinde. Eda yağmurlu bir gün de kulaklığını takmış ve siyah motor kıyafetlerini giyip kafasını dağıtmak için biraz hız yapıyordu. İbre ilerledikçe yağan yağmur hızlanıyordu sanki. Ailevi sorunlar yüzünden dalgındı biraz, kendine geldiğinde ileride yanmakta olan kırmızı ışığı gördü, o hızda frene bastı ve yağmurlu havada kaymaya başladı. Yan taraftan gelen araba sürüsünden biri çarpmıştı motorcu kıza ve takla atmaya başladı Eda. Ağır yaralanmıştı. Birkaç yeri derinden kesilmişti ve çok kan kaybediyordu. Yerde kanlar içinde baygın yatarken yetişmişti ambulans. Hemen hastaneye haber vermeleri gerekiyordu ambulanstaki hemşirelerin. Acilen kan lazım ödemesi gerekiyordu ve ona göre kan hazırlanması gerekiyordu ama Eda kanlar içinde baygın yatıyordu ve Eda'nın kan grubuna bilen bir tanıdığı yoktu olay anında. O yüzden hemşire Eda'nın yerde, ekranı kırılmış olan telefonundan son aramalara baktı, "Annem" ve "Sevgilim" bu şekilde kayıtlı olan iki kişiyi arayıp hemen haber verdi önce annesini aradı hemşire. “Alo, Kızım,” “Merhaba, kızınız trafik kazası geçirdi. Şu an ambulansla hastaneye gidiyoruz. Üzülerek söylüyorum ki çok kan kaybetmiş! kan ilave etmemiz lazım, acil. Bize hemen kızınızın kan grubunu vermemiz gerekiyor. Kan testi biraz uzun sürebilir, durum acil.” “Ne, nasıl, nerede? İyi mi kızım?” Hanımefendi, lütfen” “Hangi hastaneye gidiyorsunuz?” “Beykoz Devlet Hastanesi. Hanımefendi kan grubunun söyleyecek misiniz, hastaneye rapor vermem gerekiyor ki hazırlasınlar.” “ 0 Rh (+) kan gurubu.” Aynı şekilde hemşire Emre'yi de aradıktan sonra, ambulans direkt Beykoz devlet Hastanesi'ne geldi. Emre ambulanstan önce gelmişti hastaneye. Ambulans hastanenin önüne gelip Eda'yı sedye ile taşırken, Emre koşarak doktora durumunu sordu, sevdiği kadının. Ama yanıt alamadı. Doktorlar Eda'yı odaya aldıklarında Emre koşar adımlarla danışmaya gidip, “Bakar mısınız, sevgilimin durumunu öğrenebilir miyim?” “İsmi neydi efendim sevgilinizin?” “Eda, Eda Arslan.” “Bir dakika, hemen kontrol ediyorum. 304 numaralı odada yatıyor şu an kendisi ve acil 0 Rh (+) kan grubuna ihtiyaç olduğu gözüküyor. Hastanemizin kan bankasında da 0 Rh pozitif veya negatif kan bulunmamakta maalesef, üzgünüm.” “Benim kanımda 0 Rh (+) yani Eda ile kanım uyuşuyor, hemen vermek istiyorum.” “Tabii hemen ufak bir uyum testi yapalım, kan nakline başlayabiliriz.” Emre 304 numaralı odanın kapısına geldiğinde Eda'nın anne ve babasını fark etmemişti. Kan verdikten sonra, hastane yatağında tanışmıştı ailesiyle. Emre ile Eda arasında 2,5 yaş vardı. Emre üniversite sınavlarına hazırlanıyordu. Eda hem onun Eskişehir'i kazanmasını istiyordu çünkü Eda'nın orada kendi evi vardı ve İstanbul'dan sıkılmıştı. Sevgilisi ile orada yaşamanın hayalini kuruyordu her gece. Sınav günü gelmişti, güzel geçen sınav sonra ikisi de heyecan ve aşkla beklemeye başlamışlardı. Yine bir perşembe günü sonuçlar açıklanmış ve Eskişehir kazanmıştı Emre. Bu güzel haberi sevdiğinin gözlerine bakıp vermek istiyordu. Bu yüzden direkt bindi arabasına ve sevdiği kadının evinin yolunu tuttu. Yolda giderken sevinçten gülüyor ve binlerce hayal kuruyordu, Eda ile geçireceği günler için. Hiçbir şeyden habersiz evinde oturan, Eda'nın telefonu çaldı. "Alo" dedikten on saniye sonra telefonu elinden düştü. Arayan Emre'nin numarasıydı ama konuşan o değildi. Hemen evden fırlamıştı Eda, hemen sevgilisinin bulunduğu hastaneye gitti. Emre gelirken trafik kazası geçirmiş, hayatını kaybetmişti. Geriye kalan hastaneyi inleten Eda'nın çığlıklarıydı. O günden sonra Eda, hayattan kopmuş, Emre ile hayal kurduğu Eskişehir'deki evine gitmiş, tek başına geçirmişti yıllarını. Yıllar sonra Armutlu da görmüştü Can’ı ve onu görünce Emre'yi görmüştü. Eda, Emre'yi Halid Can’a çok benzetiyordu. O yüzden Can’ın yanından ayrılmak istemiyordu. Zaten sadece Halit Can biliyordu bir sevdiği olduğunu ve onun da trafik kazasında öldüğünü. Ama Eda'nın o sevdiğini yani Emre’ye kendisi benzettiğini bilmiyordu, Halid Can. Yüzsüz değildi Eda sadece ikinci kez bulduğu Emre'sini bırakmak ve yanından ayrılmak istemiyordu. Arabanın içinde Halid Can’la konuşmak için, "Şey, özür dilerim" dedi. Birkaç saniye sonra Halid Can, "Niçin" diye sordu. "Gelirken gerginlik çıkardığım için," dedi. Halid Can’dan cevap beklerken, o arabadan indi. Ardından Eda da arabadan inip yanına gitti. "Neden böyle davranıyorsun bana," dedi Eda. Soğukça "Nasıl" diye sordu, bilmiyormuş gibi yaparak. "Soğuk" diye cevap verdi, Eda. "Sana öyle gelmiştir" dedi. Hâlâ soğuk davranıyorsun" "Herkese davrandığım gibi davranıyorum" derken, Taner'in sesini duydu. "Hey, burası çok iyi. Kamp yerini de bulduk, deniz manzaralı," dedi. Az ilerdeki yere arabayla gittiler, ardından kamp çadırlarını kuruldu. Dört kişilerdi ama sadece üç tane tek kişilik çadır vardı. Eda hesapta yoktu. Sadece çadır değil, her şey üç kişiye göre hazırlanmış ona göre ayarlarını planlamıştı. Arabadaki malzemeleri yerleştirdikten sonra pikniğin yemeğini yani mangalı yakmaya başladılar. Yemeği hazırlarken telefonun çaldı Can’ın. Arayan Kübra idi. Hemen hızlı yemek masasının uzaklaşıp açtı telefonu. Kübra normalde pek aramazdı. Kübra'nın sesi Halid Can’a hep ilaç gelirdi. Tüm sıkıntı ve dertleri onun sesini duyduğunda yok olurdu. Kübra ile konuşmak istediğinde "Arayayım mı" demez, "müsaitsen ilaç içebilir miyim?" derdi. Öyle severdi ama öylesine değil. Telefonu açtığında, her zaman olduğu gibi birkaç saniye sessizlikten sonra duyulurdu Kübra'nın sesi, "pişt" diye. Bu "pişt" sesini duyduğunda, dünyanın yükü kaldırılırdı Halid Can’ın omuzlarından, hemen yüzünde bir tebessüm belirdi, maddi ve manevi bütün dertlerden ferah bulurdu sevdiği kadının sesini duyunca mutlulukla karşılık verirdi sevdiğine, "pişt" diye. Ardından karşılıklı bir tebessüm. Uzun uzun konuştular, birbirinin herkesten çok seven iki genç. Babası ve Halime evde olmadığı için rahatça konuşuyorlardı. Tabii hala evde iki kişinin gözü kulağı yine Kübra'nın üzerindeydi, Abdullah ve Sevde. Kübra'nın baba bir, ana farklı üvey kardeşler iyiydi, ikisi de. Sonuçta Merve ile konuşuyordu. Kübra, Halid Can’ı Merve diye kaydettiği için Sevde şüphelenince onu yani Merve yazısını gösteriyordu. Abdullah ise hem daha küçük hem de okuma yazması olmadığı için pek bir şeyden haberi yoktu. Babasının tek erkek evladı olduğu için mükemmel bir çocukluk geçiriyordu ve Kübra'yı da çok severdi. Zaten Kübra'yı karanlık hayatında mutlu eden sadece iki kişi vardı, biri küçük kardeşi Abdullah, diğeri de çok sevdiği sevgilisiydi. Onu mutlu eden iki arkadaşı daha vardı aslında. Erva ve minik Fatoş. Birde Havvanur vardı tabi. Halid Can Kübra ile telefonda konuşurken, Eda Halid Can’ı izliyordu. Onu hiç bu kadar mutlu ve hayat dolu görmemişti. Şimdiye kadar gördüğü en sert bakışlı ve heybetli, neredeyse hiç gülümsemeyen Halid Can’ı ilk defa gülerken görüyordu. Sahi ne kadar da güzel gülüyordu bu gizemli genç. Eda'nın aklıma şu söz geldi; "Acısı çok olanın gülüşü güzel olurmuş!" "Çok mutluyum," diyordu, Kübra. "Neden?" diye sordu, Halid Can. "Çünkü bu lanet evden ve lanet aile den uzaklaşıyorum. Tabii bir de seninle daha fazla ve daha rahat konuşacağım için çok mutluyum" dedi Kübra. Buna Kübra'dan çok Halid Can’da seviniyordu çünkü onu sabahtan akşama kadar özlüyordu. Zaten seven sevdiğini yanındayken bile özlerdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İNTİHAR.
ChickLitProvası Yok hayatın. Ne yeniden yaşamak mümkün, Nede yaşadıklarını silebilmek...