37. Bölüm
''Özlediğin, gidip göremediğindir ama, gidip görmek istediğin
Özlem, gidip görememendir ama gidip görmek istemen
Özlediğin, gidip görmek istediğin-ama gidip göremediğin
Özlem, gidip görmek istemen-ama, gidememen, görememen gene de, istemen''🍷🍷🍷
Halid Can, penceresinin önündeki kocaman yaprakları olan incir ağacına anlatır olmuştu derdini ve o ağcın ismimi de Kübra koymuştu. Her gece uyumadan illa onunla konuşur, ona içinden geçenleri anlatır, ona sevdiği kadını sorardı. Sonra da rüzgâr o koca yaprakları sallar ve Halid Can rahatlar öyle yatardı. Denizin diplerinde değil de derin düşlerde yaşar olmuştu artık denizkızı. Hâlâ Denizkızından ya da ona ulaşacak bir kimseden ne bir haber ne de bir iz vardı. Ama sabırla yılmadan, pes etmeden, hayallerine tutunarak bekliyordu genç adam. Gelmeyecek birini beklemek ne acı bir şeydi. Gelmemeye giden nehirde, akarsular eşliğinde hızla ilerliyordu sanki Denizkızı. Denizin incisini bulmak adına. O nehirde ki her bir damlayı süzerek geçiyordu ömrü genç adamın. Sert bir kış günü -Kübra gittikten sonra hiç kullanmadığı- hesabına girdi. Gelen mesajları sildikten sonra perestiş ile mesajlarını okumaya başladı. Yumru oturmuştu sanki boğazına. Dakikalarca öyle baka kaldı genç adam. Bir bildirim geldi o anda "PİŞT!" diye. PİŞT! Genç adamın kalbi yerinden çıkarmasına atarken mesajı atan kişiye baktı ama 'Havva Nur' adlı bir hesaptan gelmişti. Hayal kırıklığı ile ekrana bakarken, eskiler aklına gelmişti. Telefonla ya da mesaj atarken ilk 'Pişt'i Kübra derdi hep. Ama gidenler geri gelmiyordu işte! Telefonu kapatıp biraz yürümek için ayağa kalktığında, tekrar bir bildirim sesi geldi. Ve mesaj gönderen yine aynı kişiydi. Havva Nur; “Görüldü!” Havva Nur, “Ne kadar özledim seni bir bilsen” Kimdi bu ya? Nerden geliyordu bu sözler? Neyse, pek takmayıp dışarı çıktım. Sigara dumanını içime çekerken yine mesaj attı ve ben 'kimsiniz?' yazdım. Yazıyor...Havva Nur, “Sana benden başka 'PİŞT' diyen mi var! Bu oydu. Denizkızı... Ne kadar soğuk kışın ortasında, soğuk kanlı olmaya çalışsam da içimdeki akan kan, soğuk kışı yaza çevirecek güçteydi. "Sen misin, Denizkızı?" diye bildi, titremekten yazamayan parmaklarım. Yazıyor...Kalbim yerinden çıkacak gibi oluyor..."Evet, benim. Benimki." Neredeydin şimdiye kadar diyemedim. Niye şimdi geldin, aylardır ne yaptın? Diyemedim. Neden gittin beni dinlemeden ve neden geldin şimdi aniden? Diyemedim. O üzülür diye diyemedim. O açıklama yapamaz, zor durumda kalır diye diyemedim. Çünkü o zor durumda kalırsa ben daha çok sıkışırdım. Deli gibi merak etsem de soramadım aklımdaki soruları. Deli gibi özlesem de "Bu hesap kimin?" Diye sorabildim. "Havva Nur'un" dedi. "Babam telefonumu her zaman kontrol ediyor. O yüzden ne Instagram ne de Tumblr kullanıyorum. Hatta WhatsApp mesajlarıma kadar bakıyor. Bende Havva Nur dan sana yazdım. Ona güveniyorum, ağzı sıkıdır. Hem sınıf arkadaşım" "Nasıl bakıyor senin telefonuna? Özelin diye bir şey var." "O dediğin şey, normal insanlar da oluyor. Konuşmayalı unuttun galiba, ben köleyim." "Ne sen kölesin ne de ben unuttum. Sadece... Maden sınıf arkadaşından telefonu alıp yazabiliyordun neredeydin üç aydır?" " Hiçbir zaman anlamayacaksın beni." “Hiçbir şey anlatmadan, hiçbir şey bilmeden seni nasıl anlayım, Kübra?" "Yazabilsem zaten yazardım, haber gönderirdim. Yazdığıma pişman ettirme beni!" "Peki" diyebildim. Hiç bu şekilde hayal etmemiştim. Onca zaman özlemenin ve beklemenin karşılığı bu olmamalıydı. Geldiği için sevinmeli miydim? Yoksa bu şekilde kötü başladığı için üzülmeli miydim? İkisini de yapıyordum. Gece yarısına kadar mesaj bekledim ama gelmedi. Beklemen mesaj gelmeyince, bende herhalde evine gitti ondan yazamıyor diye düşünürken, iyi geceler mesajı geldi Havva Nur dan. Bende ona iyi geceler deyip uzun zamandır beklediğim ve özlediğim Kübra'yı sordum ona. Havva Nur; “Kiminle konuşuyorsun sen, Kübra'yım ben" "Bu gece Havva Nur'lar da kalacağım. Evden uzak kalmak iyi gelecek." Dedi. Bir yanım sabaha kadar konuşma fırsatımız olduğu için sevinirken bir yanım da aylar sonra gelip, saatlerdir telefon elinde olduğu halde mesaj atmamasına üzülüyordu. On iki aralık gecesi uyumamış, sabaha kadar hasret gidermiştik. Sabah olunca Kübra okula, oradan da eve girmişti. Haftaya bir daha Havva Nur'lar da kalacağını söylemişti. Çok mutluydum hafta da bir kez daha mesajla konuşabileceğimiz için. O hafta hiç geçmedi, iple çektim resmen. Hafta boyunca birkaç kez Havva Nur ile konuşmuş, ona teşekkür etmiş ve ondan Kübra'yı anlatmasını istemiştim. O bana benimkini anlatırken, ben, benden, kendimden geçip gökyüzüne çıkıyordum adeta. Hiç bitmeyen bir hafta bitmiş ve tekrar kavuşmuştuk. Sabahları 05:30'a kadar uyumuyor ya onu düşünüyor ya da onu çiziyordum. Ananenin Trabzon'dan İstanbul'a geldiğini ve hafta ya da hafta sonu onlarda kalabileceğini söyleyince mutluluktan havalara uçuyordum. Çünkü ananesinde iken rahatça konuşuyor ve rahatça buluşabiliyorduk. Hem doğum günü de yaklaşmıştı Deniz kızının. Birlikte kutlamayı planlıyor ve onun için, onu mutlu edecek sürprizler ayarlıyordum. Bu konuyu Kübra'ya açtığımda reddetti. "Hayır, buluşmayız. Dayımlar falan da gelecek. Hem çok tanıdık var. Olmaz!" Diyordu. Ne kadar çabalasam da nafileydi. Üstüne üstlük bir de buluşup doğum günü kutlamak isteyince kalbi kırılan ben oluyordum. Olsun. Ben o mutlu olsun diye çaba sarf ediyordum. Ananesine geldiği hafta ben Eyüp Sultan'dan çıkıp Ümraniye Çarşı'ya gittim ve onu beklemeye başladım. Sabah erken saatlerde gittiğim için ve yine o saatlerde günaydın mesajı attığım için hâlâ mesajımı görmemişti. Belediyenin önündeki parkta elimde pasta ile beklerken öğlen olmuş ve hâlâ mesajım görülmemişti. Olsun dedim. Belki işi vardır. Ya da geç uyuduğumuz için uykusunu alamamıştır diye güneşin sıcağında beklemeye devam ettim. Parka her gelen aile birkaç saat sonra gidiyordu. Tek gitmeyip gelmeyecek olanı bekleyen bendim. Benim üstüme düşen karşı kıtadan buraya gelip beklemekti. O iki dakikalık yolu çıkıp gelmiyorsa, o da onun ayıbıydı...İkindi vakti olmasına rağmen tek mesaj bile alamamıştım. Ve hâlâ burada olduğumu bilmiyordu. Bilse koşup gelirdi değil mi? Evet, kesin koşarak gelir ve boynuma sarıldı. Her saat mesaj atardım ve saat beşe geliyordu. Düşünebiliyor musunuz? Siz sevdiğiniz kadını ya da adamı görmek için sabahın beş buçuğun da evinizden çıkıp sevdiğin kişinin evinin önüne gelip bekliyorsunuz. Yaklaşık on iki saat geçiyor ve hâlâ sabah attığınız mesaja bile cevap gelmiyor! Ne tesadüftür ki tam on iki saat dolacakken görüldü mesajlar. Birkaç dakika ekrana baktı iki gençte. Çevrimiçi... Yazıyor..."Günaydın. Kusura bakma evde işlerim vardı." "Sorun değil, hallettin mi işlerini?" "Evet, hallettim. Sen ne yapıyorsun?" "Bende seni bekliyordum." "Bugün arkadaşlarınla buluşmayacak mıydın?" "Evet, normalde onlarla buluşacaktık ama ben yanına gelmek istedim." "Neredesin ki?"" Sokağın başındaki parkta seni bekliyorum. Çevrimiçi..."Niye beni bekliyorsun? Bekleme demedim mi sana? Bekleme gelemem. Anlamıyor musun beni ya. Bende çok isterdim gelmeyi, seninle gezmeyi ama yapamam. Hem ananeme ne diyeceğim çıkarken? Hadi çıktım her yerde babamın tanıdığı var. Biri bizi bir görürse, babam ne seni ne de beni yaşatır." "Anlıyorum seni ama sende beni anla! Aylardır seni bekliyorum ve şimdi ananemler de en rahat olduğun yerdesin ve iki dakika görmek istiyorum seni. Bu kadar, başka bir şey istemiyorum." "Beni anladığın falan yok. Aylardır sadece sen beklemedin, ben neler çektim biliyor musun sen ya? Kusura bakma Can, gelemem." "Saatlerdir seni bekliyordum." "Beklemeseydin!". -Bir çift gözyaşı- Düşünebiliyor musunuz? Siz sevdiğiniz kadını ya da adamı görmek için sabahın beş buçuğun da evinizden çıkıp, sevdiğin kişinin evinin önüne gelip bekliyorsunuz. Yaklaşık on iki saat geçiyor ve hâlâ sabah attığınız mesaja bile cevap gelmiyor; mesaj geldiğinde de beklemeseydin, gelmeseydin diyor! Ve siz onu kırmamak için bir şey demeden geldiğiniz yolu onu görmeden, yolculuğunuz menzile varmadan dönmek zorunda kalıyorsunuz. İşin garibi de haklı olan o oluyor. Sevmek, esir olmak gibi bir şeydir işte. Sevmek, ölmek gibi bir şeydir işte. Sevmek, akılsız yaşamak gibi bir şeydir işte. Ve perestiş delicesine sevmek tir işte. Taparcasına sevmek...Tek bir söz ile ölebilmek, tek bir söz ile yaşamak, tek bir söz ile dağları fiyatları aşmak, aç susuz kalmak, geceleri uykusuz kalmak, engelleri aşmak, tüm bunları yapmak ve yapacak gücü almak, hepsi sevginin özünden gelen bir şaraptır. Bu şarap ki, ayrılık zamanında sarhoş eder. Ne kadar çok seversen ne kadar çok o aşk şarabından içersen, o kadar çok sarhoş olur o kadar derin düş görürsün. Bir gün ağlar, acı çekersin. Bir gün acıyı hissetmez, hissizleşirsin. Bu tarif ettiğim olaya sözlükten bir kelime bulamayıp 'sevgisizleşmek' diyebildim. Sevgisizleşmek, sevdiğiniz gittikten sonra, aylar yıllar geçse de bir başkasını sevememek. Ruhsuzlukta fâni olmak. Hissizlikte zirveye varmak. Sevin ama 'sevgisizleşmek' kadar değil! Akşam olduğunda minik bir özürle bütün dargınlığımı yok etmişti denizkızı. İki haftadır Havva Nur bana yazar olmuştu ve konuştuğumuz tek konu Kübra’ydı. Kübra'nın haberi yoktu ama ben Havva Nur'un yanına girecektim bir daha ki hafta sonu ve ona verecektim denizkızının doğum günü hediyesini. Oda Denizkızına verecekti. Çünkü ben bizzat veremezdim. Tek şansım bugündü. Ananesindeyken aldığım karamelli pasta ve papatyayı ona verememiştim. Verememiştim ama Aynur annemin mezarına bırakıp olayı ona anlatmıştım. “Kızına aldığım papatyaları sana getirdim anne!” Demiştim. Kübra ile hafta sonu konuşmuştuk, hatta görüntü bile aramıştım. Hiç unutmuyorum, onun üzerinde gri bol bir hırka vardı. Ona çok yakışmıştı. Zaten ona her şey yakışırdı ama en çok ben. O gün görüntülü konuşurken, uzun, dağnık ve kıvırcık saçlarıma "Çok güzel saçların var" demişti. Saçımı kesecektim ama o seviyor diye hiç kesmedim. Pazar akşamı Bilal baba gelip aldı Kübra'yı. Hafta içi konuşmuyorduk. Umut'un Tekirdağ da işi çıktığı için arabayla Tekirdağ’a ailesinin yanına gitmişti sevgilisi Deniz ile. Araba olmadığı için otobüsle gidecektim Sapanca'ya. Kübra'nın çok sevdiği bir kitap vardı, mesafe ilişkisini anlatan bir kitap. İstanbul'da ki tüm sahafları dolaştım ama yoktu! Son çare sipariş ettim ve sevdiği şeylerden alırım ve kutuya koydum. İçerisine Beşiktaşlı bir kupa da almak istedim ve onu da alıp kutuya koydum. O hafta hiç geçmedi. Cuma günü gelir gelmez sabah erkenden sipariş ettiğim kitabı alıp yola koyuldum. Hava yağmurluydu. Otobüsün camına başımı yaslamış, Kübra'nın sürekli gidip geldiği (İstanbul- Sakarya yolu) yoldan geçtiğim için mutluydum. Düşünsene sevdiğin insanın geçtiği yoldan geçiyorsun. Bu çok heyecan veren bir şeydi benim için. Akşam olmuş, otobüs Sapanca otogarında durmuştu. Taksiye binip Havva Nur'un beni beklediği alışveriş merkezine gittim. Kutuyu ona verirken yanında bir arkadaşı daha vardı ve şaşırmış gözlerle bana şöyle dedi, "Bir hediye için ta İstanbul’dan buraya mı geldin? Valla helal olsun. Senin gibi seveni bulmak çok zor bu devir de. Çok şanslı biriymiş sevdiğin kadın" Yağmurun altında sırılsıklam olurken uzun uzun göle baktım. Sapanca gölüne. Çünkü Kübra da bakmıştır değil mi? Onun baktığı yere, göğe bakmak benim için kaşıkçı elmasıydı. Onunla aynı şehirde olmak, aynı havayı teneffüs etmek, hatta aynı göğün altında olmak bile çok güzeldi... Bazı geceleri düşünürdüm, eğer ben denizkızı ile farklı zamanlarda dünyaya gelmiş olsaydım, yani birimiz hayatta iken diğerimiz daha dünya da olmamış olsaydı ben ne yapardım o zaman? Bunun için bile Allah'a şükür ediyordum. Bizi aynı zamanlarda dünyaya getirdiği için. Birini sevmek, belki bir gün şiir okur diye şair olmaktı.
Birini sevmek; belki bir gün okur diye kitap yazmaktı.
Sevdiğinizden ayrı düşseniz bile sevginiz hâlâ bâki ise işte o sevgi, gerçek sevgidir. Belki de daha ötelerde bir şey... Bunu sizden başka kimse bilemez. Hatta sevdiğiniz bile. Eğer herkesten çok sevdiğiniz, herkesten yakın görüp gönül verdiğiniz, herkesten çok güvendiğiniz sevgiliniz bunu bilse veyahut görseydi, zaten sizi bırakıp hiçbir yere gidemezdi. Ve yine kimselerin bilmediği birinci sınıf matematiği de şudur ki, iki artı iki eşittir dörttür ki bunu herkes bilir. Çünkü ilk okulda bunu ilk bunu öğrettiler bize. Ama ikiden bir çıkarsa bir değil, sıfır kalır bunu bize öğretmediler. Çünkü bu da aşkın matematiğidir. Kimse bize sevmeyi ve sevilmeyi öğretmedi. Öğretilen bir şey deneyin. Öğretilmesi gereken ilk şey. Bir çiçeği dalından koparmadan sevmeyi öğretselerdi keşke. Sevdiğine dokunmadan da sevebileceğini öğretselerdi keşke. Mesafelerin sevgiye engel olmadığını ve aşılabilecek bir şey olduğunu öğretselerdi keşke. Sevdiğin için çaba sarf etmenin gülünç değil, gurur olduğunu öğretselerdi keşke. Keşke bize eskileri öğretselerdi. İstanbul'a dönerken Kübra aramıştı. Bana ilaç olan sesinde farklı bir tılsım vardı. Biraz hüzün, biraz suçluluk, biraz vazgeçmişlik, biraz yorgun ve biraz ağlamaklı sesi... Kısa bir konuşma olsa da güzeldi. Sakindi Denizkızı. Ona, Havva Nur'a hediye kutusunu verdiğimi, onunda sana o kutuyu hafta içi vereceğini söyledim, bir şey demedi. Normalde kızardı. O günden sonra Havva Nur vesilesi ile konuşmaya başladık. Onun telefonundan ya da onun hesabından. Tâbi Kübra olmadığı zamanlarda Havva bana bir şey sormak bahanesiyle yazardı ama kısa keserdim hep. İstanbul esenler otogarında indiğim zaman telefonum arada çalmaya başladı ve arayan ekranına bakınca 'Perestiş' yani Kübra olduğunu gördüm! Kübra hayatta haber vermeden aramazdı ve daha birkaç saat önce konuşmuştuk. Babası olduğunu düşündüğüm için ve o kalabalıkta konuşmak istemediğim için açmadım, gelen çağrıları. Ardından yine bildirim sesi geldi. Sesli mesaj, "Niye telefonu açmıyorsun lan şerefsiz! Bu kadar korkuyorsan niye kızıma ilişiyorsun? Seni vallahi bulacağım ve bulduğum yerde öldüreceğim. Kaç!" Whatsapp'tan gelen ses kaydını dinler dinlemez aradım. Aradım ama engellemişti. Bu olaydan asla Kübra'ya bahsetmedim çünkü beni bırakıp gitmesinden korkuyordum. Ona bir şey belli etmeden konuşmuştuk o hafta. Babasının -öğrencilerinin- turnuva maçları olduğu için şehir dışındaydı. Yaklaşık iki aydır iki çift gizli saklı konuşmaya devam ediyorlardı. Tâ ki bir akşam vakti Kübra'nın babası aniden odaya dalıp Kübra'nın telefonunda ki mesajları okuyana kadar. O akşam Bilal baba, ilk göz ağrısından olan tek emanetini ağzından kan gelene kadar dövmüş ve genç adamın yerini öğrenmek için çapraz sorguya çekmişti. Bir insan nasıl bu kadar acımasız olabiliyordu? Bir insan nasıl bu kadar insafsız olabiliyordu? Peki ya bir baba? O günden sonra bir daha Havva Nur ile konuşmasını yasaklamıştı Kübra'nın. Bir süre telefonuna el koymuş ve vermemişti. Sınav senesi olduğu için birde "Eğer üniversiteyi kazanamazsan seni evlendireceğim önüme çıkan ilk kişiyle. Kim olduğuna bakmadan eğlendireceğim!" diye tehditler ediyordu. Genç adamın hiçbir şeyden haberi yoktu ve sevdiğinden bir mesaj bekliyordu, haftalardır. Ne Erva'dan, ne Havva'dan, ne de denizkızından bir haber yoktu! Artık kafayı yemek üzere olan genç adama bir akşam vakti bir mesaj geldi, sevdiğinden. Havva Nur ile kavga ettiğini ve telefonunun da bozuk olduğunu falan söylüyordu mesajda. Bir de "Ananemlere geldim bu sabah. Şimdi sana geliyorum dışarı çıksana" diyordu. Genç adam hemen kendini serin sokağa attı ve ilerlemeye başladı. Sokağın başındaki arabadan bir selektör gelince duraksadı ve arabadan inan Bilal'di. Kübra'nın babası. Hızla iki adam da birbirlerine yürüdüler ve birbirlerinin nefeslerini hissedecek kadar yaklaştılar. İkisini de gözlerin den alev fışkırıyordu adeta. Bilal, Halid Can'a arabaya binmesini söyledi, Halid Can'da sert bakışları ile cevap vermeden bindi arabaya ve hızla kapattı kapıyı. Bilal'de bindikten sonra ilerlemeye başladılar soğuk kışın ayaz akşamın da. Araba hızla ilerlerken, Bilal'in ne kadar öfkeli olduğu, arabayı kullanışından belli oluyordu. Hava kararmak üzereyken , inin cinin top oynadığı, tenha, kimseciklerin olmadığı bir ormanda sertçe durdu Bilal. İkisi de arabadan indikten sonra, "Halid Can! Eski öğrencim. Bilmiyor musun, yıllar önce senden gurur duyarım. Ama şimdi seni paramparça etmek istiyorum ve edeceğim de." dedi ve yumruğunu ağaca geçirdi. Ve bağırmaya başladı. "O bana ilk eşimden tek emanet. Onu korumam lazım. Senden ve herkesten. Uzak dur Can kızımdan. Uzak dur!" "Korumak öyle olmaz hocam! Korumak öyle olmaz. Sen onu koruduğunu mu zannediyorsun? Hem onun korunmaya değil, yıllardır hiç tatmadığı baba sevgisine ihtiyacı var." "Babalığı senden öğrenecek değilim." Deyip, yumruk atmıştı, Halid Can'ın yüzüne. Gülümsedi Can. "Elbette babalığı benden öğrenecek değilsin hocam. Çünkü bilirim çok iyi babalık yaparsın kuma hatunun çocuklarına" dediğinde, sinirlenen Bilal bir yumruk daha attı. "Seni bu ormanda asarım çocuk!" Diye bağırmaya başladı, Bilal. Ve arabasına ilerdi, bagajı açıp bir şey aldı. Halid Can'a yaklaştı ve "kızımdan uzak duruyorsun. Yoksa..." Dedi. "Yoksa?" Belinden beylik tabancasını çekip namlu doğrulttu genç adama. "Yoksa seni buracıkta öldürürüm!" Bir yanında canın, bir yanında Canan'ın. Bir yanında ölüm, bir yanında sevdiğinden vazgeçilmek var. Zaten sevdiğinden vazgeçilmek, zaten sevdiğinden ayrı düşmek ölümden de beter. Dikce durup, kesince baktı, rakibinin gözlerinin içine. "Hadi" dedi. "Hadi sık o zaman da onsuz yaşamaya mâhkum edildiğim dünya daha fazla nefes almayım" Sevdası uğruna ölüme göze alan genç, adım adım ölüme yürüyordu. "Belki Aynur annemin yanına gider, ona bu yaptıklarını anlatırım" diye devam etti, Halid Can. Bilal, "Ne diyorsun ulan sen!" Diyerek yapıştı eski öğrencisinin. Ve beylik tabancasını çekip ateş iki el ateş etti, Halid Can'ın omuzunun üzerinden. Karanlık orman, silahın ucundan çıkan ateşle aydınlanmıştı, iki saniyeliğine. Orda, o ağcın altında uzun uzun birbirlerine bahardılar, kavga ettiler ama Can, el kaldırmıyordu eski hocasına. "Bizi bizden ayıramayacaksın Bilal! Boşuna uğraşma. Varsa yüreğin sık hadi kalbime" diye bağıran genç adama, boksör, silahla kafasına sertçe vurup arabasına bindi ve gözden kayboldu. Karanlık ve ıssız ormanda, o ağacın altında kanlar içinde, baygın halde yatan Halid Can kalmıştı geride tek başına. Şafak vakti taksiye atlayıp hastaneye vardığında hâlâ yarı baygındı. Hemen muayene edip, istirahati için bir odaya aldılar. Bir gece daha hastanede yatıp taburcu olmuştu genç adam. Saat sabahın 05.30'uydu. Yavaş yavaş gözlerini açan Halid Can, kendine gelir gelmez ruhuna şifa olacak ilaç sesin sahibi Denizkızını aradı. Aradı ama açan olmadı. Kafayı yemek üzereydi. Doğru eve gitti, eve gittiğinde onu kapıda karşılayan iki kardeşi vardı. Umut ile Taner. Onun bu hâlini görünce öfkeden deliye dönmüştü, Taner. "Ne oldu sana Can? Kim yaptı bunu? Nerelerdesin kaç gündür? Deli olduk burada" diye evin içinde bir oraya bir buraya dolanıyordu. Umut'ta Tekirdağ'dan Deniz'le birlikte dönmüşlerdi. Halid Can'ın bedenindeki yaraları değil de ruhuna aldığı darbe izlerini Umut görebiliyordu. Çünkü o da yaşamıştı zamanında benzer şeyleri. On yedi yaşında bir kızı sevmişti. Hem de çok güzel sevmişti. Uzun süren ilişkisi aldatılmayla sonlanmış ve ne bir daha o kızı görmüş ne de bir daha başka birini sevebilmişti. Ta ki Deniz ile tanışana kadar... Deniz ile tanıştıktan sonra hayatı ve hayata bakışı değişen Umut, eski yaşadıkları için asla pişman değildi. Çünkü hep şöyle derdi Halid Can'a. "Eğer ben o kötü günleri yaşamasaydım, eğer o acıları zamanında tatmasaydım şimdi Deniz'in kıymetini bilemezdim" ve haklıydı da. İnsanoğlu kötü günleri yaşayacak ki, iyi günlerin kıymetini daha iyi kavrasın. Deniz de Umut'a karşı çok düşünceli, baba eksiğini doldurmaya ve onu mutlu etmeye çalışan, imrenilecek bir sevgiliydi. Keşke Denizkızı da Deniz gibi olsaydı! Üç dost balkona çıkıp sigaralarını yaktılar. Halid Can'ın aklı Kübra'da, Umut'un aklı Halid Can'da, Taner'in aklı ise eskilere dalıp gitmişti. Sigarasından bir nefes alıp dumanı salıverirken konuşmaya başladı, Taner. "Lan oğlum aklıma yine Rabiş geldi" dedi ve bir nefes daha çekti. "Rabiş?" "Rabia. Âşık olduğum kadındı zamanında be kardeşim" dedi, iç çekerek ve devam etti konuşmaya. "İstanbul'dan memlekete yani Samsun'a taşındığımız zamanlarda Rabiş İstanbul'da kalmıştı. Ama her ay ya ben gelirdim ya da o Samsun'a gelirdi, beni görmeye. Çok âşıktım ben ona abi. Annem hastalanmış, yoğun bakıma girmişti. Ben de gündüzleri çalışıyor, akşamları annemin yanında kalıyordum. Anca akşamları telefonda konuşurduk Rabiş'le. Bir gün işteyken Rabiş'in annesi aradı beni. Kızım ne zaman gelecek diye. O an şok olmuştum çünkü Rabia iki üç aydır Samsun'a gelmiyordu. Hemen kapatıp aradım benim kızı, neredesin falan dedim. Oda bana bilet aldım sana geliyorum deyince yumuşadım. Sevgilim bana sürpriz yapıyor. Uçağa akşam altı da Samsun havalimanına inmesi gerekiyordu. Bende bizim abinin taksisini aldım, akşam beş gibi vardım havalimanına, onu beklemeye başladım. Saat altı oldu, yedi oldu, sekiz oldu ama gelen giden yok. Arıyorum Rabiş'i ama telefonu kapalı! Bende bekledim o gece onu. Bekledim ama ne o geldi ne de o uçak. Ertesi gün beni ardı Rabiş "Aşkım uçak rotor yaptı, telefon kapandı bende sana haber veremedim. Bugün öğlen orda olurum. Gelince de seni ararım" İnternetten de baktım gerçekten de öğlen iki de burada olması gerekiyordu. Bu sefer üçte gittim ama gittiğim de hala gelmemişti! Bu olay bir daha aynı şekilde tekrarlanınca sinirlendim. Arıyorum ulaşılamıyor telefonuna. Kafayı yemek üzereydim. Annesi Rabiş'in bende kaldığını zannediyor ama nerde olduğunu ne annesi ne de ben biliyordum. Hemen o gece İstanbul'a bir otobüs bileti aldım ve sabaha doğru Esenler'de indim. Tanıdık abilerden bir taksi ayarladım ve Rabişi aramaya başladım. Eve gidemezdi çünkü evdekiler de Samsun da biliyorlardı kızlarını. Bunun takıldığı bir mekân vardı abi. Hap, eroin vesaire kullanan kızların gidip sızdığı bir mekân. Biliyordum bir şeyler kullandığını ama tam emin değildim. Oraya baktım ama o mekânda da yoktu. Gece saat on iki gibi arabayı Rabiş'in evinin önüne çekip onun gelmesini bekledim abi. Gece tam üç gibi sokağın başından biri girdi, sallana sallana. Arabaya yaklaştıkça bu gelenin Rabiş olduğunu anladım. Sarhoştu. Arabadan inip yanına yürüdüm ve koluna dokunup "Rabiş!" Dedim. O an bana bakakaldı ve kollarımda bayıldı. Hemen arabaya bindirdim ve otele gittik. Serin bir duş aldırıp yatağa yatırdığımda yavaş yavaş kendine geliyordu. İyice ayrılınca kavga etmeye başladık saatlerce. O zaman itiraf etmişti, madde kullandığını ama söz verdi, bir daha kullanmayacağına dair. Sonra barıştık, sarıldık, öpüştük ve yattık beraber. Sabah birlikte kahvaltımızı yaptık ve onu evine bırakıp, Samsun'a döndüm ben. Birkaç gün her şey çok güzel, hiçbir sıkıntı yok. Sonra bir sabah uyandığımda günaydın mesajı attım ama tek tik! Profil resmi yok! Engellemiş beni! Arada böyle yapardı. İlgilenmemi isterdi, annesini ya da ablasını arayıp onu sormam, onun hoşuna giderdi ve bu yüzden arada böyle engel atardı. Ama bu sefer ablasını ya da annesini arayıp Rabişi sormadım. Bir gün, iki gün, üçüncü gün annesi durum atmış. Bakayım dedim, kayınvalidem ne atmış. İki tane yüzük vardı abi. Altında da bir yazı. Sözlenmiş abi Rabiş! O an beynimden vurulmuşa döndüm. Ve durumuna cevap yazdım. "Mutluluktan diliyorum anne" diye. Hemen mesajımı gördü ve gözüm takılı kaldı, üst bölümde ki 'yazıyor’yazısına. Ve cevap geldi; "Sağ ol oğlum." O an annesini de engelleyip, telefonu paramparça ettim abi. Zaten kalbim paramparça olmuştu, önüme gelen her şeyi kalbim gibi yaptım." Dedi, Taner. Sabaha kadar o balkon da dertleşti üç arkadaş. Üçü de biliyordu ki, üçünden başka kimseleri olmadığını. Gerçek arkadaşı olmamak, yalnızlığın en kötüsüdür. O yüzden kimsesiz kalsalar bile onların kardeşleri vardı. Kardeş, dost olmayabilir ama dost, her zaman kardeştir. Bunlar farklı ana babadan doğma lâkin kardeşten de öte arkadaştılar. Ertesi gün olmuş, Kübra'dan hâlâ tek bir mesaj bile yoktu.Bir hafta sonra
Halid Can rüyasında sevdiği kadını görmüştü. Hafif yokuşlu bir yoldan aşığı doğru inerken kalabalık bir topluluğun arasında, parıldayan bir çift göz dikkatini çekmişti, genç adamın. Bu güzel gözlerini nerede görürse tanırdı. Bu güzel gözleri ne kadar mesafeden görürse tanırdı. İri ve çakmak taşı gibi patlak ceylan gözleri denizkızına aitti. Seri adımlarla ilerledi, sevdiği kadına doğru. Bir yandan kendini fark ettirmek istemiyor bir yandan da ona daha fazla yaklaşmak istiyordu. Sessiz ve dar bir sokakta aniden karşısına çıktı Halid Can, sevdiği kadının. Ve ellerinden tutup gözlerine baktı. "Çok özledim seni" diye bildi. Çok özledim seni. Simsiyah giyinmişti Kübra. Ona gülümsedi. Zaten o gülümseyin rüya gibi oluyordu her şey. "Bende seni özledim" dedi. Ve gitti! Halid Can sıçrayarak uyandı, uykusundan. Kübra'sını görmüştü. Ahh. Çok güzeldi. Onu ne kadar özlediğini hatırladı. Bir haftadır tek bir haber alamıyordu. Saatine baktığın saat 05.30'du. Kendine gelebilmek için balkona çıktığında Umut'u gördü. Ve hiçbir şey demeden yanına oturdu. Dakikalarca sessiz sedasız otururken, Halid Can gördüğü rüyasını tekrar tekrar düşünüyordu. Sessizliği bozan Umut oldu. "Haydi biraz uyu. Yarın sizinkiler İzmir'e taşımıyor" Halid Can'ın ailesi İzmir'e taşınacaklardı yarın. Önce sevdiğinden, sonra ailesinden uzak kalıyordu. Zaten hep sevdiklerimiz uzaktan değiller mi?
“Seni en çok özledim
Gece gözlüm benim
Gemilere bin gel
Yine gidersin
Sonbahar rüzgarı kırarken dalları
Ayrı düşen yaprak yaşar mı söyle
Olsaydım olsaydım ben
Yağmur olsaydım
Düşseydim bulutlardan kirpikte dursaydım
Olsaydım olsaydım ben
Yağmur olsaydım
Düşseydim bulutlardan kirpikte dursaydım.”🍷🍷🍷
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İNTİHAR.
ChickLitProvası Yok hayatın. Ne yeniden yaşamak mümkün, Nede yaşadıklarını silebilmek...