19. bölüm
Bende tarçın sende ıhlamur kokusu.
Yürürüz başkentin sokaklarında.
Bir nehir şu tutuk konuşan cumartesi.
Üstünde iki yonga: Çarşamba, bir de Cuma.
Ayrılık lafları etme sevgilim.
Önümüz Temmuz önümüz Ağustos nasıl olsa.
Kol kola yürüyoruz tek tük öpüşüyoruz.
Sonra ayrılıyoruz korkuyoruz da.
Kimi zaman neden kalabalığın içinde duruyoruz da.
Kimi zaman bir köşe arıyoruz en sapa.
İşimiz mi yok, şu Akay'a sapalım istersen.
İstersen garson girelim ilkyazın gazinosuna.
“Börekçi!” diye bağır istersen şurada.
Kısmet çıkar sanırım Emek'te oturan kıza.
“Abiler, abiler!” diye bir şey satayım ben.
Mendilim kalmamış kâğıt peçete yok mu çantanda?
Üç peseta gibi bir paraya dondurma yemiştim. Madrid'te yemiştim ve çatılardan kanguru akıyordu Londra'da.
Seversin mi beni, doğru söyle ama? Sigara?
Ne eflatun etin var, yanarca mı yanarca.
İnan Selimiye'nin minareleri gibisin.
Her seferinde başka yoldan çıkılır nirvanaya.🍷🍷🍷
Bazılarımız şiirlere tutunuyor bazılarımız şarkılara, bazılarımız filmlere tutunuyor, bazılarımız kitaplara... Sanırım artık insan, tutunamıyor insana... İnsanlığa davet etsek yol tarifi isteyecek olanlar var. Derviş'e sordular: “Sabah namazında hava neden bu kadar berrak ve temiz oluyor?” Derviş cevapladı: “Çünkü kalbi bozuk hiç kimse sabah namazı için uyanmaz.” Demiş. Gece de öyledir aslında. Geceleri uyuyamam insanların, gündüze sığmayan acıları vardır. Özledikleri vardır. Kırılmış kalpler uyuyamaz karanlık saatlerde. İncinmiş ruhlar başını yastığa koymaz o saatte. Güvenini kaybetmişler için gece de gündüz de hep karanlıktır zaten. Onlar için gece ya da gündüz bir değişim ifade etmez. Özellikle de ailesinden veya ikinci ailesinden, sevdiğinden, sevdiceğinden, dostundan, kardeşim dediği insanlar dan kırılmışsa bu güven bir daha asla eskisi gibi olmaz, olamaz..."Neden güvensizsin?" Diye sormuştu birisi Halid Can’a. Halid Can, adamın yüzüne baktı, şöyle dedi; çünkü gözümün içine baka baka yalan söylediler. Güvenmeyeceksin. İnan, ama güvenme. Çünkü buna engel olamıyorsun. İnan, sevdiğine inan. İnanmadan duramazsın ki... Umut etmeden duramazsın ki orada. İnan, ama güvenme. Söylediklerine inan. Vaatlerine inan. Başlıklarına inan ama sus. Hiçbir şey anlatma. Hiçbir şey söyleme. Çünkü güvenmeyi sen kendini ellerinle yazıyorsun. Ne kadar çok konuşursa şu dilin, ne kadar çok dertleşirse o aklın, ne kadar çok dertleşirsen o masa da o kadar çok zayıflarsın. İncinirsin. İncitirler seni bak yapma! Sen sadece inan. Hatta inanmış gibi yap. Böylesi senin için daha iyi. Böylesi bizim için daha iyi. Böylesi herkes için daha iyi. İnanmış gibi yap.
Güvenme... Sessizlikteyim... Şehrin barışına inat beklentideyim. Gökyüzü yere düşmüş. Sonsuz beyazda ışık arar gibiyim. Karanlığın yürekle öpüştüğü bu akşam da yokluğun soğuk, kışın suçu yok. Üşümekteyim...
🍷🍷🍷
Sabah olmuş, gün doğmuştu. Bugüne daha mutlu ve enerjili başlamıştı Halid Can. Sabah olmuştu ama hala saat çok etkendi. Hemen çantasını hazırlamıştı. Sahile gidiyordu resim yapmaya. Denizi, güneşi ve güneşin yansımasını çizmeye gidiyordu. Hem de antrenman yapacaktı. Kahvaltıdan sonra otelin spor salona gidip biraz vakit geçirmek istiyordu. Zaten sürekli çalışıyordu ve vücudu spora çokça elverişliydi. Antrenman yapmadığı gün yoktu neredeyse. Banyoya girdi elini yüzünü yıkadı. Aynadan kendi yansımasını gördü. Saç baş dağınık, eli yüzü, gözü şişmişti uyku dan yeni kalktığı için. Yüzünü yıkayıp kişisel bakımını da yaptıktan sonra tekrar odasına gitti. Tâbi saçlarını dağıtmayı unutmadı. Rastgele dolabından kıyafetleri seçip giydi. Zaten hep genelde siyah ve beyaz kıyafetleri vardı. Çıkarken de yanına bir litrelik çay termosunda aldı. Bu sabah kahve değil çay içecekti. Çantasını aldıktan sonra çıktı daireden. Çıkınca akına dünkü saçma kız geldi. Umarım tatil bir daha görmem diyerek aşığı indi. Yemekhane de çay semaverine doğru giderken "Hey kıvırcık" diye bir ses duydu. Arkasından gelen Eda ona gülümseyip el sallıyordu. Görmemezlikten geldi Halid Can. Çayı dolduruyordu termosuna. Tam arkasını dönüp gidecekti ki, dibinde biten birisi koluna çarptı Halid Can’ın ve sıcacık su eline geldi termostan akan. "Ay bir şey oldu mu? Çok özür dilerim, yanlışlıkla oldu kusura bakma" dedi Eda. Evet, bu sakarlığı yapan da oydu. "Ne işin var dibim de senin? Yok bir şey olmadı." dedi Halid Can. "Şey senin yanına gelmiştim" dedi Eda. "Evet benim yanıma gelmiştin ama gelmeseydin bunlar olmazdı" dedi Halid Can. Eda mahcup bir sesle "Tekrar çok özür dilerim" dedi ve hemen buz getirmeye gitti. Kısa bir süre sonra elinde buzla koşarak geldi. Buzu alıp hemen elinin yanan kısmına koydu. Allah'tan fazla yakmamıştı kaynar su. Hemen elini çekmişti. Derisi yüzeysel olarak yakmıştı. Yaklaşık 10 dakika boyunca buzu elindeydi Halid Can’ın. Ve yaklaşık 10 dakikadır Eda'nın saçma sapan özür dilemelerini dinlemek zorunda kalıyordu. "Elin yorulduysa ben tutarım buzu elinde" dedi Eda. "Hayır teşekkürler, ben kalkıyorum zaten." dedi Halid Can. "Nereye? Biraz daha kalsaydı buz elinde" dedi Eda. Ama Halid Can onu dinlemeyerek çıktı yemekhaneden. Arkasından koştu Eda. "Termosunu unuttun." dedi ve elindeki termosu uzattı Halid Can’a. "Teşekkür ederim." deyip aldı termosu. Tam devam edecekti ki "Ne tarafta gidiyorsun? Sakıncası yoksa bende eşlik edebilir miyim sana?" dedi Eda. "Yalnız yürüsem daha iyi olacak" diyerek kibarca reddetti. Yüzü düştü Eda'nın. O sadece Halid Can’la zaman geçirmek istiyordu ama buna izin vermiyordu. Onu çözmeye çalışıyordu ama garipti. Çözülecek birisi değildi. "Peki o zaman, umarım en kısa zamanda görüşürüz." dedi Eda. "Umarım" dedi Halid Can. Umarım görüşmeyiz, umarım karşılaşmayız. Sahilde bir taşın üzerine oturdu. Not defterini ve resim defterini çıkarttı kalemler ve boyaları ile. Sabah erkendi ve hâlâ güneş ısıtmamıştı. İlk önce not defterini çıkarttı Halid Can. Bunu kimsenin olmadığı zamanlarda, içine gelen ya da sevdiği şeyleri yazıyordu. Ve yazdığı şeylere bir daha bakmıyordu. Böyle bir âdeti, prensibi vardı. Defteri dizinin üzerine yerleştirdikten sonra şunları yazdı: “Yanındayım diyenlerin mezarlığı var içimde. Bir sürgünüm ben bu dünyada, sürgünüm ve kimse anlamıyor kalbimin dilinden. Sahte kalem kalabalığı yaşamaktansa, huzurlu yalnızlığı tercih ederim. Bir tek Allah'a yük olmazsın şu kâinatta, senden her kapıda vefasızlığa mahkumsun. Söylesene albayım, içi içine sığmayınca nereye gidiyordu insan? 'Anlaşılmak' büyük bir ihtiyaçmış meğer. Biraz sevilir biraz da özlenirmiş insan. Arada hali hatırı sorulurmuş bazen. Bin kere ağlar, bin kere ölür, ama en çok da bir köşede unutulurmuş insan. Eskiden çok önemsediğim şeylerin şu an kocaman bir hiç oluşu beni güçlü kılıyor. Bir kadının dudaklarını değil, gözlerinin içini güldürebilmektir marifet. Dudaklarını soytarı da güldürür. Ama gözlerinin içini bir yalnızca sevdiği adam.” Yazdı ve deftere kısa bir süre baktı ve bakarken de aklına Kübra'nın kitabına yazdığı o etkileyici notalar geldi. Keşke onu da getirseydi yanına. Okurdu şimdi kimse yokken. Onu düşünerek çizmeye başladı kalem ile defteri. Ne çizeceğini bilmiyordu. Ne çizdiğini de bilmiyordu. Ama çiziyordu işte. Onu düşünerek ve denizi izleyerek...Keşke Kübra'nın yüzünü de çizebilseydi. Keşke öyle bir fırsatı olsaydı. Normalde insan sureti çizmek gibi bir âdeti yoktu. Hatta kendinin yüzünü çizmesi için rica edenlere bunu yapmadığını söylüyordu. İlk defa onu yani Kübra'yı çizmek istedi her özlediğim de bakmak için. Güneş yavaş yavaş ısıtmaya başlamıştı. Onu düşünerek resim çizerken yanan elinin acısını bile unutmuştu. Dünya olduğunu bile unutmuştu. Kendini bile unutmuştu. Sadece o vardı. Aklında, fikrinde, zihninde, bilincinde, düşünde, kalbinde sadece o vardı. Dünya ve içindekileri unutmuştu. Kendini benliğini unutmuştu... Aşk zaten benlikten geçip sevdiğin de fâni olmak değil midir? Yok olmak, onda kayıp olmak değil midir? Benlikten vazgeçmek değince aklıma şu kıssa geldi: “Yar hasretiyle ciğerleri parça parça olmuş bir aşık, gönlünde onun hayali, gözlerinde yaş, gelip durmuş maşukunun kapısında. Yüreğini parmaklarının ucuna latif bir eldiven gibi takıp, yavaşça çalmış kapıyı, beklemeye koyulmuş. Arada sadece bir kapı varsa sevgiliye kavuşmak için o kapının önünde bekleyenin resmini sözlüklerde hasret kelimesinin karşısına iliştiriverseler, hasretin ne olduğunu anlatmak için kelimeye hacet kalmazdı. Düşünsenize, birazdan kapı açılacak, o görünecek, ayaklarının dibine atacak aşık kendisini, şiirler okuyacak, boynunu bükecek, susacak, anlatacak yokluğunun ızdırabını. Ağlayacak sonra gözlerine, "her güzelde seyrettiğiniz o güzel işte karşınızda" diyecek. Ay ışığını ezber bilen gözler doyasıya seyredecek güneşini, daha neler neler...” Uzun sözün kısası, gönül bir parçaya, her parça bir hayale bölünmüş, her hayal binlerce ümide... Aşık perişan, aşık mahzun ve nihayet içerden bir ses:
“-Kim o?” Kavuşmanın heyecanı, hicranın azabıyla kapı önünde asırlarca beklemekten eşiğe dönen aşık, beklediği sesi duyunca sevinçle haykırmış.
- Ben geldim. İçeriden bütün vuslat hayallerini yerle bir eyleyen sesi duyulmuş sevgilinin:
- Gelen sen isen, var git, biraz daha yan öyle gel!” Bu cevap karşısında aşığın düştüğü hali sizin muhayyilinize bırakıyor, "aşık, aradaki tek engelin o kapı olmadığını kesin anlamıştır" diye not düşmek de fayda görüyorum. Açıldığı vakit sevgilisiyle kavuşacağı ümidiyle beklediği kapıdan, boynunu büküp ah u figan eyleyerek dönmek zorunda kalan aşık, çöllere vurur kendini. Ayağındaki nalından gönlündeki aşka kadar, kendisine ait olduğunu zannettiği şeylerin hiç birisinin aslında kendisinin olmadığını anlar ilkin. "Ben" sözünü unutmak için maşukunun ismini söyleye söyleye dolaşırken çölleri, kendisinin bir başkası olduğunu hissetmeye başlar. Bir şeye sahip olabilmek için ondan vazgeçmek gerektiğini idrak ettiğinde, önce ayaklarının sevgilinin ayaklarına ne kadar benzediğini fark eder, sonra gönlünün sevgilinin gönlüne büründüğünü. Kuşların, rüzgârın, ayrılığın, gecenin, kum tanelerinin, sessizliğin ve en son her şeyin sevgilisinin adını mırıldanmakta olduğunu seyredince kendi adını unutur, her azasının sevgiliye türküler yakan bir dil olduğunu anlayınca da neyi unuttuğunu hatırlamaz olur. Yüzünü yıkamak için eğildiği suda sevgilisini görünce, kuşların, gecelerin, rüzgârın, ayrılığın, kum tanelerinin, sessizliğin ve her şeyin birer damla olduğu o suyla yıkar yüzünü, düşer yollara. Ayaksız yürüdüğü yollardan geçerek tekrar gelir dostun eşiğine. Elleri göğsünde bağlıyken çalar kapıyı ve içerden bir ses gelir:
- Kim o? Önce göz olup seyrederken kapıyı, duyduğu sesle beraber kulak kesilir bütün vücudu, sonra dil olur, seslenir:
- Sen Geldin...Ve ardına kadar açılır kapılar...Bu, aslında maşukun kendisine kavuşmasının hikayesidir. Aşıkta kendisinden eser kaldığı müddetçe vuslat mümkün değilse eğer, aralanan kapının arkasında duran kapıyı çalandan başkası olamaz. Ben'i terk edebilen aşık için, değil kapı aradaki dağlar, denizler bile ayrılık sebebi değildir. O kendisinden soyundukça sevgiliyi giyinmenin hazzını tatmıştır. Zevklerini, isteklerini, ümitlerini, hatta yürüyüşünü, bakışını, konuşmasını, tebessümünü bile sevgilininkilerle takas ederek başlamıştır işe. Kendinde kendisinden eser kalmayıncaya kadar devam etmiştir bu alışsız gibi görünen veriş. İhsandan doğan aşk diye bahsederler karşılığı olan aşktan ve ihsan bitince aşkın da biteceğini anlatırlar. Bu ihsanın bir buse olmasıyla birkaç köşkle birkaç huri olması arasında hiçbir fark yoktur. Önce kaş olur, göz olur, sonra yırtılır perdeler senin tükendiğin demde, senden geriye bir o kalır, aşk o zaman aşktır. Mecnun'a adını sorduklarında, Leyla, demiş. Nereden geliyorsun? Leyla. Aç mısın? Leyla. Başka bir şey bilmez misin? Yine Leyla, hep Leyla... Marifet can için sevgili aramakta değil, sevgili için can taşımaktadır ve bütün soruların cevapları Leyla olmadan, mecnunluk sırrına Leyla kadar ıraktır cümle Kayslar...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İNTİHAR.
ChickLitProvası Yok hayatın. Ne yeniden yaşamak mümkün, Nede yaşadıklarını silebilmek...