34. bölüm
Sen beni öpersen belki de ben Fransız olurum
Şehre inerim bir sinema yağmura çalar
Otomobil icat olunur, Zarifoğlu ölür
Dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.-Senegalliler dahil değil
Sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihaplanır
Çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
O vakit bir sûfiyi darplarla gebertebilirsin
Hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin-Yoksa seni rahatsız mı ettim?
Sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
Ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
Elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
Elbette gayet rasyoneldir attan atlamak-Freud diye bir şey yoktur.
Sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
Belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
Bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
Yani ya bu eller öpülür ya sen öldürülürsün.
Haydi iç de çay koyayım.🍷🍷🍷
İlk ışıkları ile uyandım. Henüz herkes hala uyuyordu. Sultanla Havuc’u uyandırmadan sessizce çıktım odadan. Güneşin ilk doğduğu saatlerde dışarıyı, dışarıdaki kuş seslerini izlemeyi ve dinlemeyi, hatta o saatte balkona çıkıp düşünmeyi bile çok severdim ben. Balkona çıktım ve salıncakta bağdaş kurup oturdum. Battaniyeyi sırtıma çekip telefonumdan bir müzik açtıktan sonra etrafı izlemeye başladım. Can'a attığım mesajlar hala tek tikti. Sabahın beyazlığını izlerken bir araba sesi duydum, caminin biraz bu tarafında durdu. Benimkinin beni alıp sahile götürdüğü arabaydı! Ne yani bu saatte mi kalkmıştı? Kakaolu üstümden Bir yudum aldım ve arabayı izlemeye başladım. Kapısı açıldı ve Can indi arabadan. Arabanın ön kapağına yaslanıp bana baktı. Kaşlarının çatıldığını görmesem de hissediyordum. Ben battaniyenin altında üşürken, o üşümüyor muydu, sabahın ayazında? Cebinden sigarasını ve zipposunu çıkarttığını gördüm, ciğerlerine kahvaltı veriyor galiba deyip kıkırdadım. Dudaklarının arasından çıkan duman ve aynı kendisi gibiydi, onu izlerken dalmıştım. Keşke yanına gidip, onu sarılarak ısıtabilseydim. Ama yapamazdım. Tekrar bana baktı ve ardından telefonunu çıkartıp birisiyle konuşmaya başladı. Kiminle konuşuyordu sabahın bu saatinde? Çok geçmeden arkamdan gelen bir çıtırtı duydum. Arkamı döndüğümde uykulu gözlerle bana bakan sultanı gördüm, esnedi ve bana "içeri geçecekmişsin?" dedi, uykulu sesi ile. Omuz silktim ve "kim dedi?" diye sordum. Çünkü -burada Can'ı izlemek varken- içeriği geçmek istemiyordum. "Seninki" dedi, gülerek. Beni burada görünce Sultan'ı mı aramıştı? Az önce konuştuğu kişi Sultan’dı o zaman. Ne kadar da beni düşünüyordu. "Neden bana değil de sana söyledi içeri geçmemi?" dedim. "Seni arasa sen mecbur dışarıda konuşacaktın ve konuşmanız uzun sürecekti, ister istemez. Halid Can da bu soğukta senin dışarıda uzun kalmanı, hatta dışarıda kalmanı istemediği için beni uyandırdı" dedi. "Ne kadar da ince düşünüyor" dedim, gülerek. O da bana gülümsedi ve "hadi içeriye girelim" dedi. Her defasında hayran kalıyordum Halid Can'ın zekasına ve ince düşüncesine. Bir insan nasıl bu kadar iyi olabiliyordu ya? Dünyada nefret ettiğim, hayattan soğuduğum bir zamanda gelmiş, beni hayata tekrar bağlamıştı. Bana sımsıkı tutunmayı ve ne olursa olsun asla pes etmemeyi öğretmişti. Ve en önemlisi bana sevilmeyi hissettirmişti, tekrar. Annemden sonra.
🍷🍷🍷
Kahvaltıyı hızlıca yaptıktan sonra evden ayrıldık. Hafsa ile Hümeyra da benimle çok gelmek istediler ama gelemezlerdi. Çünkü annemin yanına gidiyorduk. Biz arabaya bindiğimizde, Can da telefonla konuşuyordu. Telefonu kapattıktan sonra son nefesini de çekip dudaklarının arasındaki izmariti fırlattı. O an göz göze geldik. Beni görünce bakışları değişiyordu ya da ben öyle zannediyordum. Arabaya bindi ve elinin dizime koydu, gözlerini bana dikti. Kıvırcık saçları alnını kapatıyordu. Hiç alnını kaşındırmıyor muydu? "Denize gidiyoruz Deniz kızı, hazır mısın?" dedi. Ne demek istediğini çok iyi anlamıştım. Gözlerim doldu, yutkundum. 'Evet' der gibi başımı salladığımda ince parmaklarını yanağımın üzerinde hissettim. Gözlerim kapalıydı. Açarsam nisan yağmuru yağacaktı göğsüme. Birer damla akmıştı gözlerimden. Yanağımın üzerinde duran parmakları sildi hemen gözyaşımı. Gözlerimi açtığımda göz göze geldik. Biraz bulanık görsem de böyle de çok yakışıklıydı. Yanağımın üzerindeki elini indirdim ve iki elimin arasına alıp "sen çok iyi bir adamsın" dedim, kısık bir sesle. Tepeden tırnağa sevmektense cümlelerinden harfine sevmek güzeldir adamı. Saçlarını veya tırnaklarını kesebilir adam ama cümlelerini kırpamaz. Kırpsa zaten o adam olmaz... "Yanında ben olmadığım zamanlar ağlamak yasak sana! Gözyaşlarını ben silmeyeceksem akmasınlar" dedi. Omuz silkip burnumu çektim ve "bana ağlama demeyecek misin?" diye sordum, çocuksu bir sesle. "Şimdi hüznümüzden ağlıyoruz. Yarın mutluluktan akacak bu gözyaşları. O zaman da yine ben sileceğim, gözyaşlarını. O zaman da yanında yine ben olacağım" dedi. Zaten o yanımda olmasa ben mutlu falan olamazdım. "Teşekkür ederim" dedim. Arabayı çalıştırdı ve cevap vermedin ilerlemeye başladık. Başımı cama yaslamış, dışarıyı izliyordum. Hava bulanıktı ama yağmıyordu yağmur. Gerçeğim burası hem böyleydi. Yaklaşık kırk dakika sonra havaalanının girişine gelmiştik. Uçuşun başlamasına da bir saat vardı ve yarım saat öncesinden uçaktaki yerlerimizde olmamız gerekiyordu. Can Arabayı teslim ederken biz de Sultan'la uçağa giriş tünelinin önünde bekledik, benimkini. Anons edildi. Sayın yolcularımız Trabzon-İstanbul Sabiha Gökçen havaalanı yolcularımız lütfen yerlerine. Uşağımız piste çıkmak üzeredir. Uçağa bindiğimizde cam kenarında ben, yanımda benimki, onun da diğer yanında Hafsa'nın da dediği gibi küçük, tatlı bir şey yani Sultan vardı. Zaten üçlü üçlüydü koltuklar. "Sayın yolcularımız, pilotunuz konuşuyor. Uçağımız kalkışa geçmiştir, kemerlerinizi bağlamanız ve yerlerinizden ayrılmamanız önemli rica olunur." Uçak yükselirken, karnıma giren sancıyla sıkıca tuttu Can'ın elini. Korkmamamı gerektiğini söyledi ve başımı omuzuna koydu. Diğer eliyle de belimi sardı ve saçlarımdan öptü. Kendimi annemin yanında gibi hissediyordum. Güvende. Kokusu ayrı bir tarzdı. Şimdiye kadar benzerin dahi bilmediğim bir koku... Zaten erkek parfümleri favorimdi. Ama Can'ın kokusu pahalı parfümler değil de güven kokuyordu, papatya kokuyordu. Bilirsiniz Papatyalar korkmazlar, yaşarken. Halid Can'da ölmüş müydü? Ya da neler yaşanmıştı? Geçmişi hakkında tek bildiğim şey, eskiden de bir sevgilisi olduğuydu. Bu konu aklıma geldikçe canım sıkılıyordu. Neyse ben papatya kokusunu çekerek kapatmıştım gözlerimi. Papatya kokusunu, kökü topraktayken vermez ancak kökünü topraktan ayırırsak o güzel kokusunu verir. Bir nevi ölümün, son oluşun kokusudur papatya kokusu. Ali Çınar'ın yazdığı, Ahmet kaya ve Karmete'nin söylediği "bir papatya kokusunda seni aramak var ya" bu söz aslında çok şeyler anlatıyordu, anlayana.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İNTİHAR.
ChickLitProvası Yok hayatın. Ne yeniden yaşamak mümkün, Nede yaşadıklarını silebilmek...