20. Bölüm

55 9 0
                                    


20. bölüm

Ayrılık diye bir şey yok. Bu bizim yalanımız. Sevmek var aslında, özlemek var, beklemek var. Şimdi neredesin ne yapıyorsun. Güneş çoktan doğdu. Uyanmış olmalısın. Saçlarını tararken beni hatırladın, değil mi? Öyleyse ayrılmadık. Sadece özlemliyiz ve bekliyoruz. Zamanı hatırlatan her şeyden nefret ediyorum. Önce beklemekten. Ömür boyunca ya bekliyor ya bekletiyor insan. İkisi de kötü, ikisi de hazin tarafı yaşantımızın. Bir çocuğun önce doğmasını bekliyorlar, sonra yürümesi, sonra konuşmasını, büyümesini... Zaman ilerliyor, bu defa para kazanmasını, kanunlara saygı göstermesini, insanları sevmesini, aldanmasını, aldatmasını bekliyorlar. Ve sonuna ölümü bekleniyor insanoğlunu. Ya o ya o?  Kendisi peki? İnsanlardan dostluk bekliyor; sevgilisinden sadâkat, çocuklarından saygı ve bir parça huzur bekliyor. Saadet bekliyor yaşamaktan. Zaman ilerliyor, bir gün o da ölümü bekliyor artık. Aradıklarının çoğunu bulamamış, beklediklerinin çoğu gelmemiş bir insan olarak göçüp gidiyor bu dünyadan. İşte yaşamak maceramız bu. Yaşarken beklemek, beklerken yaşamak ve yaşayıp beklerken ölmek. Özleme bir diyeceğim yok. O kömür kırıntıları arasında parlayan bir cam parçası. O nefes alışı sevgimizin, kavuşmalarımızın anlamı. O tek güzel yönü bekleyişlerimizin. İnsanlığımız özleyişlerimizle alımlı. Yaşantımız özlemlerle güzel. Özlemin buruk bir tadı var, hele seni özlemenin. Bir kokusu var bütün çiçeklere değişmem. Bir ışığı var, bir rengi var seni özlemenin, anlatılmaz.
“Verdiğin bütün acılara dayanıyorsam, seni özlediğim içindir.
Beklemenin korkunç zehri öldürmüyorsa beni, seni özlediğim içindir.
Yaşıyorsam, içimde umut varsa yine seni özlediğim içindir.
Seni bunca özlemesem; bunca sevemezdim ki…”
Birini özlemek onu görmediğiniz zamanın uzunluğuyla değil, onunla birlikte yapmak istediğiniz şeylerin çokluğu ile ilgilidir. Özlemek, insan 20 tane olarak yeter! Gidersen özlemem eksik kalırım.

                                                                  🍷🍷🍷

O gecenin sabahı olmamıştı sanki. Gece geç saatlerde Halid Can, Eda'yı zor ikna edip odasına bırakmıştı. İkisi de yağmurun altında sırılsıklam olmuşlar ve çok üzmüşlerdi. Aslında Eda'nın içindeki ateş hâlâ çok yakıcıydı. Hâlâ nefes alırken ciğeri yanıyordu. Saatlerce anlatmıştı Halid Can’a ama içini dökmemişti nedense. Çünkü içindekileri Halid Can’a anlatmıştı. Sözlerin asıl muhatabı, mezardaki sevdiğiydi. Sözlerin asıl muhatabı, hayattayken onu umursamayan ama ona çok alışmış birisiydi. Sözlerin asıl muhatabı, veda edemeden ayrıldığıydı. Ölmek sorun değil de mezarıma gelirsen kalkıp sarılamamak koyar bana. Veda edemeden ayrılan insanların içinde bir boşluk hissi oluşur. Bir ukde kalır kalbinde. Hiç geçmez. Kızsa, kızacak kimse yoktur. Hem ayrılığın acısı hem veda edememenin acısı dayanılmaz olur. Sebepsiz terk edilenler susar. Dilleri lal olmuştur. Ağızlarına mühür vurulmuştur. Kimseye anlatmazlar, anlatamazlar. Bir insana kırılmış olduğunu izah etmek, çok yoruldun değil mi? Hem seni kıran o hem de ne olduğunu anlaması için çabalayan sensin... Dünyanın en boş çabalarından bir tanesi de sizi üzen bir insanın sizi ne kadar çok üzdüğünü anlatmaktır. Herkes her şeyin farkında. Bazı insanlar bazı şeyleri bilerek yapıyor. Sen, seni anlamadığını düşünüp kendini daha farklı yollardan anlatırken o aslında sadece işine geleni anlıyordur. Sebepsiz yere terk eden tekrar gelse, dönse, pişman olsa da affedemezler. Ne kadar aşkı gururunda büyük olsa da kimse bunu affedemez. Affetmek kendine yapacağı en büyük zulümdür. Affetmeyin. Varsın kibirli desinler. Gaddar, kötü desinler varsın nefret etsinler. Ama kalbinize inen şeyleri affetmeyin. Onlar yaparken sorun yok da siz affetmeyince mi kötü olacaksınız. Bırakın kötü bilsinler.

Eda, gecenin karanlığında karanlık odasında sırılsıklam elbiseleri ile çıkardı not defterini. Ölen sevdiğine söyleyeceklerini oraya yazmak istedi. Böylelikle daha hafifleyecekti yarası. Hem yazmak insana manevi bir huzur verir. Özellikle de içinden geçenleri...Kalemi aldı eline ama eli titriyordu. Islak bedeni titriyordu. Bir yandan da göz yaşları ıslatıyordu zaten ıslak olan vücudunu. Üzerindekileri çıkartıp kurulmadı. Pijamalarını giyip sarıldı battaniyesine. Not defterini aldı ve dizinin üzerine koydu. Kaleme kâğıt ile buluşmadan buluştu Eda'nın elâ gözlerinden akan tuzlu su. Arka sayfayı çevirip yazmaya başladı. Arka sayfayı çevirip içindeki karanlık şeyleri beyaz kâğıda dökmeye başladı, “Özlemek diye bir şey var sol yanımda ve buna engel olamıyorum. Ne göğsümden söküp atabiliyorum bu duyguyu, ne de onunla yaşamaya alışabiliyorum. Bir yanım ‘iyi oldu gittiği’ diyor, bir yanım hala kabullenemiyor. Ben ne yapacağımı bilemiyorum. Gülen yüzler dağıtıyorum etrafa, içimdeki ağrıyı bir tek kendime saklıyorum. Kötü bir söz ederler diye ben senin acını bile biriyle paylaşmaya korkuyorum! Biliyorum değmezsin, biliyorum dönmezsin de zaten. Ama seni hala seviyorum. Bunun nasıl acıttığını bilemezsin... Aslında beni sevmemen mühim değil. Yemin ederim geçtim bütün bunları. Bana en çok ne dokunuyor biliyor musun? Hayatımda ilk defa birine güvenmişken birini ilk defa bu kadar çok sevmişken kaybediyorum. Sence bu adil mi? Bence değil, hem de hiç değil… Şimdi nereye uzansam tutar bir dal bulamadığım bir uçurumun gövdesindeyim. ‘Elimi tut!’ diye bağırıyorum. Duymak istemiyorsun. Nasip değilmiş mi diyeyim, hayırlısı böyleymiş mi? Ne olur içimdeki yangını hafifletebilecek bir şey söyle bana. Ben bulamıyorum! Avutmuyor beni hiçbir cümle. Ağrım dinmiyor, sızım geçmiyor. Sana söyleyemediğim her ‘özledim’ cümlesi için bin kere ölüyorum. Bin kere diri diri gömüyorlar beni. Ama bu sondu, bu kez kendi ellerinle ört beni. Ben bir daha özlemem seni...”

İNTİHAR.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin