S3 [bölüm 40]: "Seni Kaybedecekmişim Gibi Seveceğim"

63 11 0
                                    


S3 [bölüm 40]:
"Seni Kaybedecekmişim Gibi Seveceğim"







İstediğim gibi gitmedi bu dünya ama istediklerim hep gitti.

~

"Böyle rahat mı?"

Yastığın nasıl durduğunun hiçbir önemi olmasa da Chaeyoung bunu dördüncü kez sordu. Ona baktım. Jungkook yatağında uzanırken bir cesetten farksız görünüyordu ve Chaeyoung'u duyduğundan bile emin değildim. Yine de teşekküre benzer bir şeyler mırıldanmayı başardı. Camın önünde durduğum yerden ne kadar solgun olduğunu görebiliyordum. Tıpkı Chaeyoung'un, Jungkook çoktan ölmüş gibi bakan gözlerini görebildiğim gibi. Yastıkların kabartılması saçmalıktı. Hiçbir şey Jungkook'un acısını dindirmeyecekti.

Ona bakarken midemde bir hareketlilik hissettim ve arkamı dönerken yanında duran Hoseok'a "Galiba kusacağım." dedim. Camdan dışarı bakan gözleri bana döndü ve yüzünü buruşturarak "Yine mi?" diye homurdandı. Jungkook'u yarı sürükler yarı taşır vaziyette partiden çıkardığımız sırada bahçeye kusmuştum. Çatı katına girip Jungkook'u yatağa uzandırdığımızda birkaç dakikalığına kalp atışları durmuştu. Maria kalp masajı yaparken banyoya kusmuştum. Ve şimdi, Jungkook'un çektiği acıyı düşününce tekrar kusmak istiyordum. Bunu yaparsam beni boğacağına emin olduğum arkadaşım iç çekti. "Anlayamıyorum. Bayan Morrell bunu neden yapsın ki?"

Evet, ben de anlamıyordum. Hiç beklemediğim bir cepheden ateş edilmişti ve ben o yarayla nasıl baş edeceğimi bilmiyordum. Çünkü yara benim değildi. Keşke yara benim olsaydı. En azından o zaman ne kadar acı verdiğini bilirdim. Oysa durduğum yerden Jungkook'a bakıyordum ve ne kadar acı çektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Jungkook doğuştan beyaz tenliydi, solgundu. Ona baktığınızda bundan daha solgun olamayacağını düşünüyordunuz. Ama olabiliyordu. Orada yatarken bir hayaleti andırıyordu. Sırtımı duvara verip çömeldim. Ayakta duracak hâlim kalmamıştı.

Lisa bana bir bardak su uzatırken "iyi misin?" diye sordu. Bardağı alırken elim titredi. Buna rağmen sert bakışlarımı yüzüne dikmeyi başardım. "Bana bunu sormayı kesin." dedim. Yol boyunca bunu sorup durmuşlardı. Artık tepemin tası atıyordu. "Sormanız gereken kişi ben değilim. İyi olmayan kişi yatakta yatıyor!" Ağlayacaktım. Göğsümün üzerindeki baskıya daha fazla dayanamıyordum. Bardağı yere bırakıp ayağa kalktım. Hayatım avuçlarımın arasından kayıp gidiyormuş gibi hissediyordum. "Biraz hava alacağım." dedim ve kaçarcasına balkona çıktım. Nefes alamıyordum. Panik atağım yine tetiklenmişti. Ama bu şaşırtıcı değildi. Bunun olmasını bekliyordum. Beni sakinleştirebilecek tek kişi de ölüyordu.

Hayatı yaşamaya değer kılan adam hayatımdan çekip gidiyordu. Ve ben hiçbir şey yapamıyordum.

Soğuk hava göğsümdeki acıyı azaltmadı ama panik atağı katlanılabilir kıldı. Mingyu başını dışarı uzatıp "Deaton geldi." dediğinde daha sakindim. İçeri girip diğerlerine katıldım. Deaton, yatakta yatan Jungkook'u inceliyordu. "Ağrın var mı?" diye sordu. Bir yandan da nabzını ölçüyordu. Jungkook yüzünü buruşturdu. "Her yerim ağrıyor." Onu hiç bu kadar savunmasız, bu kadar zayıf ve bu kadar uzak görmemiştim. Yatağın yanında dikilirken Hoseok'un kızmasını umursamadan gidip kusacağımı düşündüm. Ama tam o sırada Jungkook'un boğazından boğuk bir inleme koptu. Ağrıları artıyor olmalıydı. Öksürdü ve dudaklarına siyah kan bulaştı. Biliyordum. Deaton'ın yüzüne bakmama gerek yoktu veya Jungkook'un solgun dudaklarına. Odada ölümün soğuk ağırlığı vardı. Bunu hissetmemek için aptal olmak gerekirdi. Ama bilmek acıyı hafifletmiyordu ya da hazırlıklı olmanızı sağlamıyordu. Bilmek size yalnızca çaresiz hissettiriyordu.

𝐓𝐡𝐞𝐲 𝐂𝐚𝐧'𝐭 𝐓𝐚𝐤𝐞 𝐘𝐨𝐮 𝐅𝐫𝐨𝐦 𝐌𝐞Where stories live. Discover now