S4 [bölüm 57]: "Couple Thousand Miles Is Just A Little"

63 10 1
                                    


S4 [bölüm 57]:
"Couple Thousand Miles Is Just A Little"











i'll wait forever,

it's never too late couple thousand miles

is just a little space

~

Otuz dokuz kahrolası gün ve otuz dokuz günlük kahrolası acı, nihayet bana kafayı yedirmiş olmalıydı. Ayağım kendiliğinden frene asılırken öne doğru savruldum. Jeep durdu. Hızlı hızlı aldığım nefeslerin arasında başımı kaldırdım. Karanlık orman, ağaçların siluetleri, gökteki ay, motorun çıkardığı ses ve yerdeki yapraklara vuran farların ışığı. Bir anlığına, gördüklerimin yalnızca bunlardan ibaret olduğunu, hayatta kalma içgüdüsünün frene basmama sebep olduğunu düşündüm. Göğsüm hızla inip kalkarken dehşete düşmüştüm. Gözümde biriken yaşlar görüşümü bulanıklaştırıyordu. O bir an geçti.

Hayatta kalma içgüdüsü değildi. Hızlıca gözlerimi sildim. Jungkook'u gördüğüme emindim. Belki de Jungkook'un hayaliydi gördüğüm. Kuruladığım gözlerim netleşince yeniden baktım. Far ışığının bittiği noktada gerçekten biri vardı. Kalp atışımın sesi kulaklarıma baskı yaptı. Beynim patlayacakmış gibi hissettim. Bir çift kırmızı göz bana bakıyordu. Önce bedenim kendine geldi, zihnim hâlâ su altında gibiydi. Ellerim körlemesine kapı kolunu buldu. Kulpu çektim. Kapı açıldığında bir çöp torbası gibi yere çarpmaktan son anda kurtuldum. Parmaklarım kapıyı bırakmak istemiyordu. Gözlerimse gördüğünden emin olmak istermişçesine hızla kırpışıyordu.

"Jungkook?"

Sesi dudaklarımdan kopup havada asılı kaldı. Çoktan uçurumdan yuvarlanmışım da ölmeden önce sanrılar görüyormuşum gibiydi. Etrafımdaki atmosfer gerçek gelmiyordu. Kırmızı gözleri görebiliyordum ama onun Jungkook olduğunu nereden biliyordum ki? Öne doğru bir adım attım. Jeep'in önünde farların ışığı üstüme vururken karanlığa baktım. Gözler parlıyordu ve tanıdık bir his veriyordu. Bütün kanım çekilmiş gibi hissetmeme engel olamadım. Otuz dokuz kahrolası gün ve nihayet aklımı kaçırmıştım işte. Otuz dokuz sabah ve düşünce sistemim çökmüştü. Otuz dokuz gündoğumu ve işte halisünasyon görüyordum. Otuz dokuz gün. Otuz dokuz yirmi dört saat. Jungkook olmadan bir saat geçirebileceğime inanmayan zihnim sonunda fişi çekmişti.

Yaşlar tenimi okşayarak düşerken "Eğer sensen," diye bağırdım, ağladığım sesimden belliydi. "Eğer sensen Jungkook..." Eğer sensen yeniden nefes alacağım. Eğer sensen gözlerimi açıp göğe bakacağım. Eğer sensen yaşama inanacağım. Eğer sensen göğsümdeki yangın sönecek. Eğer sensen Jungkook, eğer yeniden göreceksem gözlerini, eğer yeniden ellerini tutabileceksem, eğer yine sıcaklığını hissedeceksem, eğer bu karşımda duran sensen Jungkook, eğer sensen...

Kırmızı gözler yaklaştı. Silueti daha net seçmeye başladım. Hızlıca gözlerimi kuruladım. Tehlikede bile olabilirdim ama o an umurumda değildi. Beden tamamen ışığa gelinceye kadar bekledim. Yapraklar hışırdadı. Gözler bir kaybolup bir belirdi. Ve nihayet bedeni ışığın altında seçebildim. Rüzgar esti. Kulaklarım uğuldadı. Tenim karıncalandı. Zihnim uyandı. Tişörtüm ve saçlarım rüzgarla dalgalandı.

"Taehyung." dedi duymaya hasret kaldığım ses. Bakmaya doyamadığım gözler karanlıkta birer çukur gibi göründü. Midemdeki heyecanı ölsem de unutmayacaktım. Bedenimin sanki yeniden doğuyormuşçasına diklenmesini asla unutamayacaktım. Jungkook'un teni farların ışığı altında aydınlanmıştı. "Yine karşımdasın..." diye fısıldadım. Transa girmiş gibiydim. "Karşımdasın. Tanrım... Karşımdasın. Karşımdasın..." Aynı kelimeyi tekrar edip duruyordum. Ona koşmak istiyordum ama kaskatı kesilmiştim. Kollarım ona sarılmak için delicesine sızlasa da kıpırdayamadım. Ya ona koşarsam ve boşlukla karşılaşırsam? Ya rüya olduğunu anlarsam? Ya ben ona dokununca silinip giderse?

𝐓𝐡𝐞𝐲 𝐂𝐚𝐧'𝐭 𝐓𝐚𝐤𝐞 𝐘𝐨𝐮 𝐅𝐫𝐨𝐦 𝐌𝐞Where stories live. Discover now