S3 [bölüm 32]: "Taş Kalbinde Herkes İçin Yer Vardı Benden Başka"

75 10 0
                                    


S3 [bölüm 32]:
"Taş Kalbinde Herkes İçin Yer Vardı Benden Başka"







Denizler gibi derindim, Gözlerine sığ göründüm.

Sabahattin Ali

~

Duştan çıktığımda telefonum çalıyordu. Saçlarımı kurulamayı birakip ekrandaki isme baktım. Kaşlarımı kaldırıp "Lisa?" dedim. Bir partideymiş gibi müzik sesleri geliyordu. Gözlerimi devirdim. Son zamanlarda partilerden hiç çıkmıyordu. Jongin'le şehir şehir geziyor gibiydiler.

"Sen iyi misin?" diye sordu bana, müziğin sesini bastırmak için bağırıyordu. Tişörtümü tek kolumdan geçirmiş hâlde duraksadım. "İyiyim Lisa. Bir sorun mu var?" Bir süre sessiz kaldıktan sonra "Hayır," dedi. "Hayır. Sorun yok. Sadece... Lütfen dikkatli ol. Her yere senin ismini yazıp duruyorum." Bir Ölüm Perisiyle arkadaş olmanın en kötü yanlarından biri de buydu. Sürekli olarak başınıza gelecek bir felaketi haber veriyordu ama neler olacağını söylemiyordu. Durumdan son derece rahatsız bir şekilde "Yine mi?" diye inledim. "Ah Tanrım."

"Her neyse," dedi Jongin telefonu alıp. "Akıllı ol yeter. Kapatıyorum." Kapanan telefonu yatağa fırlatıp tişörtümü tamamen giyindim. Saat gece yarısına geliyordu. Alt kata inip babamın yanına gittim. "Hey," dedim önündeki dosyaları görünce. "Eve iş mi getirdin?" Bana bakıp gerindi. Esnemesini bastırmaya çalışarak "Eski dosyalar," diye açıkladı. "Canım sıkılınca düzenleyip kaldırayım dedim." Dosyaların birkaçına kısaca göz atıp etiketlerine göre ayırırken ona baktım. "Yardım edeyim." Birlikte dağ gibi dosyaları sınıflandırıp ayırırken bir dosyada duraksadım.

Yoona Im.

Kaşlarımı kaldırarak dosyayı işaret ettim. "Bu sonuçlanmamış," dedim. "İyi de neden? Normal bir trafik kazası." Babam dosyayı elimden alıp hayal kırıklığı dolu gözlerle inceledi. Yeniden kapağını kapatıp sonuçlanmayan davaların arasına koyarken "Biz de öyle düşündük," dedi. "Ama Yoona Im'in cesedini hiçbir zaman bulamadık." Ürpertici olduğunu düşündüm. Ailesinden geriye yalnızca babası kalmıştı. İç çekerek diğer dosyaları incelemeye koyuldum ama dosyanın kenarından çıkan fotoğrafta Yoona'ya ait olan gözler huzurumu kaçırıyordu.

Sanki gerçekti ve bana bakıyordu.

Bay Yukimura'nın verdiği tarih projesiyle ilgili büyük sıkıntılar yaşıyorduk. Hoseok ve Chaeyoung takım olmaya karar verince ben de diğerlerine sormuştum ama kimse benimle takım olamıyordu. Herkes kendi partnerine karar vermişti. Geriye yalnızca Jennie kalmıştı. Onunla takım olmanın kendi kendime işkence etmekten farkı olmadığını biliyordum ama başka seçeneğim yoktu. Şikayetlerim yüzünden sabrını tüketen Bay Yukimura "Tanrı aşkına Taehyung!" demişti. "Jennie'nin bir kurtkadın olduğunu biliyorum. Ama sen en yakın arkadaşlarının tamamının doğaüstü olduğunu bilmiyorsun sanırım."

O kadar iyi bir noktaya parmak basmıştı ki çenemi kapatmak zorunda kalmıştım. Şimdi de Jennie'yle kütüphanede pinekliyordum. Jennie zeki bir kızdı ama sırf bana inat olsun diye araştırma yapmak yerine tırnak törpülüyordu. Başımı kitaptan kaldırıp ona ters bir bakış attım ve "Senin benimle derdin ne?" diye sitem ettim. "Bu ödevi bitiremezsek Bay Yukimura ikimizi de bırakacak, Jennie. Hadi ama!" Ayaklarını masaya atmıştı. Bana ayaklarının üstünden bakarken sinsi bir ifadeyle sırıttı. "Sana işkence etmekten hoşlanıyorum, Taehyung!" Yüzümdeki abalak ifadeyi görünce bana acımış olmalı. Nihayet iç çekip ayaklarını indirdi ve ayağa kalktı. "Canımı sıkıyorsun. Ama her neyse. Ben evde araştırmayı bitirdim zaten. Yarın teslim ederiz olur biter."

Ağzım açık kaldı. "Sen ciddi misin?" Başını sallayarak saçlarını savurdu ve köpek dişlerini göstererek sırıttı. Heyecanla ayağa fırlarken "Şuan seni öpebilirim Jennie!" dedim. İkimiz de donup kaldık. Sonra Jennie başını arkaya atarak güldü. "Ama kötü bir haber vereyim. Maya takvimini bulamadım. Kütüphanede daha fazla kalamayacağım için onu bulmak sana düşüyor." Bir şey söylememe izin vermeden yürüdü ve "Bye!" diyerek kütüphanede beni yalnız bıraktı. Neredeyse ağlayacaktım. Okul dağılalı zaten saatler oluyordu. Şimdi bir de bu çıkmıştı. Kütüphaneye bakarken nutkum tutuldu. Maya takvimini burada nasıl bulacaktım?

Sonra aklıma tarih dersinde kullandığımız bir kitap geldi. Tarih sınıfında duruyor olmalıydı ve içinde pekçok medeniyete ait takvim görmüştüm. "Teşekkürler Tanrım!" diyerek toparlandım ve alelacele okul binasına geçtim. Koridorlar karanlıktı. Herkes eve gitmiş olmalıydı. Tarih sınıfını bulmak için karanlıkta ilerlerken biraz ürperdiğimi itiraf etmem gerekiyor sanırım. Bu okuldaki her şey kötü anılarla doluydu. İyileri de vardı elbette ama yakın zamanda iyisini yaşamamıştım. Çantamı omuzlarıma geçirerek tarih sınıfının kapısında durdum. Elimi kapı koluna uzatırken duraksadım.

Bazen içinize bir üşüme gelir ve sebebini anlayamazsınız ya, işte aynen öyle hissettim. Sırtımdaki bütün tüyler şaha kalkmıştı. Bir şey yanlıştı ama ne olduğunu anlayamamıştım. Sonra birkaç metre ileride Jennifer'ın güldüğünü duydum. Dehşete düşerek o tarafa döndüğümde Bayan Blake'le karşı karşıya kalmıştım. Dehşetim anlaşılabilirdi. Yüzünde şeytani bir gülümseme vardı ve bu onu, Jungkook'la birlikte olduğundan beri ilk yalnız görüşümdü. "Merhaba Bayan Blake," dedim. Gülümsüyordum ama geri geri giderek kaçacak bir yer aramaya başlamıştım. "Bu saatte okulda ne işiniz var?"

Başını yana eğdiğinde gözlerinden bir ışık geçti. Cıkcıklayarak "Ne o Taehyung?" dedi. "Gidiyor musun? Hemen mi?" Adımlarım yerine mıhlanmış gibi olduğum yerde durdum. Lisa yine ve yine haklıydı ama keşke, diye geçirdim içimden, keşke nasıl olacağı konusunda da uyarmış olsaydı. Jennifer'la ilgili beni en çok korkutan şey deforme olmuş yüzüydü. insanlar böyle şeyleri umursamadıklarını, önemli olanın iç güzellik olduğunu söyleyip dururlar ama bunlar yalandan başka bir şey değildir. Bu yüze bakmak için aziz olmak gerekirdi. Jennifer bana deforme olmuş yüzüyle bakmaya başladığında midem ayağa kalktı. Ama bundan daha beterlerini de atlatmıştım. Şimdi durup ölmeyi beklemeyecektim.

"Taehyung, her zaman önüme çıkıyorsun. Engellerden hep nefret etmişimdir." Elini savurduğunda kendimi koridorda uçarken buldum. Duvarlar film şeridi gibi aktı ve sırtımın giriş kapısına çarpmasıyla durabildim. Aldığım darbeden sonra nasıl ayağa kalkacağımı bilmiyordum. Böyle anlarda insan olmaktan nefret ediyordum. Ne kadar çalışırsam çalışayım vücut dayanıklılığım yetersizdi. Kendimi böyle yetersiz hissetmek yıpratıcıydı.

Ona bakmak için başımı kaldırırken "Jungkook'a ne yaptın?" diye sordum. "Onu senin gibi bir cadıya çeken şey neydi?" En azından ölmeden bunu bilmeliydim. Ayağa kalkıp ona birkaç yumruk atmayı düşündüm ama sonunda yine kendimi yerde bulacaktım. Bu yüzden olduğum yerde kaldım ve Jennifer "Jungkook beni seviyor," derken sakin kalmaya çalıştım. "Beni sevmesi çok normal değil mi? Kimi sevecekti? Sümüklü Jennie'yi mı? Jiwon'u mu? Ah, yoksa Paige'i mi?" Paige. Kim olduğu hakkında bir fikrim yoktu ama sesindeki tınıya bakılırsa bilmem gerekirdi. Jennifer beni okul otobüsüne sürüklerken, vücudum koltuklara çarparak acı içinde kıvranırken, Jennifer'ın alevleri otobüsü sararken tek düşündüğüm şey Jungkook'un kalbinde hiçbir zaman yerim olmayacağıydı. Paige her kimse, sadece Jennifer'ın söyleyişinde bile çok başka biri olduğunu hissedebilirdiniz. O zaman nemetonda yaşananlar anlam kazandı. Jungkook'un gözlerinde gördüğüm bakış.

Duman beni öksürtürken telefonuma ulaşmaya çalıştım. Vücudumu hareket ettirmekte çok zorlanıyordum. Beynim sisle kaplanmış gibiydi. Telefona ulaşmayı başardım ama sonra durdum. Neden savaşıyordum ki? Ne için savaşıyordum? Yaşamak istemediğimiz bir hayatta ertesi güne neden uyanırdık ki? Yaşama dair bir beklentim kalmadığını ve kurtulmanın da bir anlam ifade etmediğini fark ettim. Bu yüzden telefonu bıraktım. Gözlerim bulanıklaştı. Lisa'yı yumruklama şansım olmamıştı.

Neden sürekli ben ölümle burun buruna geliyordum?

𝐓𝐡𝐞𝐲 𝐂𝐚𝐧'𝐭 𝐓𝐚𝐤𝐞 𝐘𝐨𝐮 𝐅𝐫𝐨𝐦 𝐌𝐞Where stories live. Discover now