28-"Eyyup sabrım yok benim,
Yusuf değilim kuyuda,
Yine de umudum var,
Rahim olan adında..."
~Ezgi: Arzuhal ~
.....
* * *
Sabır.
Sabır ve umuttu benim kalem. Farklı şekilde hayal etsek: Benim kalemi yıkmak için koşduran, kin ve öfkeyle kavrulmuş olan kalpleri, adeta onlarca insanı katleden bir hükümdarın kalesinin surlarını parçalamak için nekadar istek ve azimle doluyorsa merhametli kalpler, onlar da benim kalemi yıkmak için öyle istek dolu, öyle acımasızdılar. Oysa verdiğim mecazdaki kale, gerçekde umut ve sabırla doluydu sadece. Kendini sorgulamışdı hatta: "Ben birşey mi yapdım?" nedendi bu kin? Nedendi, neden? Ordunun başındaki acımasız kadın Yeşim, hayatında merhameti tatmamış, acınası biriydi. Evet, o benim annemdi. Beni, ümraniye çöplüğüne atılmış en kötü kokan, en iğrenç çöp haline getirmekti amacı sanki...
Öz oğlu içki içse, sevgili yapsa, günde sekiz saat oyun oynasa kılını kıpırdatmayan, kendi kararı diyen annem, -gerçi artık "Anne" demekte gelmiyordu içimden- doğurmuş ama anne olmayı becerememiş kadın Yeşim, bana asla saygı duymuyordu. Herşeye rağmen hâlâ annemin, pardon alışılmışlık olsa gerek... Yeşim'in katılaşmış kalbinin yıldırımın çarpdığı taş gibi yarılıp azıcık merhamete gelmesini umut ediyordum. Fakat bu umut, idam sehpasında idam edilmek üzere olan makuma "Çok yaşa" demeye benziyordu biraz. Yahut şarjı yüzde bir kalmış telefonu son ânda şarja takabileceğini, yetişdirebileceğini sanan gencin odasına koşması gibiydi.
"Eşitlik" diyordu birde değil mi? Nekadar da gülünçtü! Sözde eşitliği savunuyordu..! Ağbime duyduğu saygının yarısını duymaz mıydı bana? Ben ne yapmışdım ki?
Adeta küçük dağları ben yarattım -haşa- havasıyla oturuyordu sandalyede. Ayak ayak üzerine atmış, çıplak bacaklarını gözler önüne seriyordu. Ayağında siyah topuklu ayakkabısı, siyah, daracık eteği dizine bile gelmiyordu. Siyah ceketinin ise iki koca düğmesi iliklenmiş, sözde iş kıyafetiydi üzerindeki. Yakası şok edici şekilde açıktı. Saçları yapılı, topuzdu. Boynunu saran kolyesinin ucunda sarkan küçük bir yıldız vardı. Makyajsız olur muydu hiç? Ne kadar da zordu bu hayat! Her gün saçlarını yapmak zorunda, bu dar ve rahatsızlık veren kıyafetlere katlanmak zorundaydı! Evet evet zorundaydı! Bir gün makyaj yapmadan, açık giyinmeden çıksın bakalımdı, ne diyorlar? Özgürlük diyordu. Mesela toplantıya çarşaf ve feraceyle gitse onu alacaklar mıydı sanki? Bende bir zamanlar onun gibiydim. Farkında değildim. O ayağındaki topukluyu saatlerce giymek zorundaydı. Bu çok ağır bir işkenceydi. Mamafih neyazıkki bende, cahiliyede de çok fazla topuklu giyerdim. En çok da bunun için üzülüyordum: yani bu işkenceye birkaç kişinin gözüne zengin görünmek için giymiş oluşuma!
Cahiliyede, etrafı çukurlarla dolu kapkaranlık bir yerdeydim adeta. Gözlerim görmüyordu, kördü. Hiç birşey duymuyor, görmüyordum. Düşünmüyordum. Hayatımı amaçsızca yaşıyordum. Akıp giderken hayat, ve gün geçdikçe biriken günahlar. Haktan uzak, karanlıkta ayağım batıyordu, şirk bataklığına. Ölüm kuyusu ve sonra da cehennem kaçınılmazdı. Ta ki imanın aydınlığını bulana kadar.
Ne anlatıyordum? Hah!
Kucağında kitabı, büyük bir ciddiyetle okuyordu annem Yeşim. Her daim ciddi, her daim kibirli olan bakışları asla bana dönmüyor, haykırışlarım o tarafa geçmiyordu. Sanki telefonun sesini kısar gibi kısmışdı benim sesimi. Başta duymazdan geldiğimi düşünsem de okadar çok:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ℝ𝕒𝕪𝕚𝕙𝕒
Teen Fiction(3 Bin okunma için teşekkürler. Hayalimdi.) "Ne düşünüyorsun?" İç çekdi. "Ben, o, Tevhid, herşeye rağmen eninde sonunda bağlanan kalbim..." *** #roman