SANDIK

3.7K 269 28
                                    

Öylece çıkmıştık evden.
Bir yabancıyla ve sadece üstümdeki yıpranmış hâkî renkte yünlü hırkamla.
Arabanın kapısını açarak, beni narince bindirdi ve tüm şefkati ile yüzüme bakarak kapısını kapattı.

"Korkma, yanımdayken hiçbir şeyden korkmana gerek yok" diyerek gaza bastı.

Havaalanına geldiğimizde Pilot ve birkaç kişi özel bir uçak ile bizi beklemekteydi.
Uçağa binerek tam karşıma oturdu.
Ne yalan söylim, tedirgindim. Gecenin bir yarısı nereye gidiyorum?
O an elimi tuttu ve:

"Aç mısın? Yüzün çok solgun iyi olacaksın. İnan bana" diyerek beni rahatlatmaya çalıştı.

Bir şey demedim, dahası diyemedim.
Birkaç saat sonra İngiltere'ye iniş yaptık.
Güneş henüz doğmamış, sisli bulutlu bir hava sarmıştı her yanı. Keskin soğuk, yüzümü bıçak gibi kesiyordu.
Birkaç dakika sonra, bir Rolls Royce tam önümüzde duruverdi. Şoförü arabanın içinden çıkarak şapkasını saygıyla çıkardı ve koltuğunun altına aldı. Telaşlı bir halde hemen koşup arka kapıyı açtı. Tuğrul başıyla işaret ederek çekilmesini istedi. Kapımı  bizzat kendisi açarak, beni arabanın arka koltuğuna oturtuktan sonra yanıma geçti. Şoföre, gidelim talimatı verdikten sonra yola koyulduk. Daha önce gerçek bir Rolls Royce'a bırakın binmeyi, yakından dahi görmemiştim. Deri koltukları, içindeki el yapımı ahşap kapı ve kenarlarındaki el işçiliği çok şıktı.
Yol boyunca hiç konuşmadık.
Ne Konuşabilirim ki?
Soru sorma cesaretim dahi yoktu.
İki elimi bacaklarımın arasına almış, ezik bir halde oturuyordum. Arada göz ucuyla, ellerine parmaklarında ki dövmelere bakıyordum. Ne anlam taşıyorlardı acaba? Ve elbette kolundaki derin yara izine bakındım.
Tuğrul'un öyle iri ve karizmatik bir havası vardı ki ablalarıma hak veriyordum.

"Böyle bir adamın seninle ne işi olur?"

Evet, bu sözler hala kulaklarımda çınlıyordu.
Sahi, bu adamın benimle ne işi olabilirdi?
Bu düşünceler içinde bir hayli yol almıştık. Yaklaşık 100 kilometre gibi uzun bir mesafeden sonra bana dönüp:

"Sıkıldın mı? Az kaldı, geldik sayılır"

Başımı sağa sola çevirerek hayır işareti verdim.
Benim bu şaşkın, aptal halim hoşuna mı gidiyor ne? Gülümseyerek "peki" dedi.

Çatallı bir yoldan sağa doğru yöneldik. Uzun dar bir yoldu. Biraz sonra göreceğim şeye ben bile inanamamıştım.
Uzaktan bile görülebiliyordu.
Bir şato. Evet gördüğüm şey bir şatoydu.

Anlam verememiştim. Ne yani, sabahın köründe geziye mi gelmiştik? Eski tarihi bir müzemi yoksa? Dar taş yoldan sağlı sollu yemyeşil araziden geçip koca şatonun önünde durdu araba.

Bu da ne? Şaşkınlıklar yaşamaktan yorulmuştum. Onlarca kadın ve erkek hizmetli, tek sıra halinde kapıda bekliyorlardı. Sarışın sevgilisi ve İstanbul'daki malikanesinde çalışan kâhya kadın Bayan Meri de oradaydılar. Bunu düşünmemiştim. Üstümdeki kıyafetlerden de utanmıştım. Tuğrul beni neden böyle paçoz bir halde buraya getirdi? Yoksa küçük düşürmek için mi?
Arabadan inip, elimden tutarak çıkmama yardım etti.
Sevgilisi ve Bayan Meri hariç, herkes önümüzde eğilerek tek sıra halinde:

"Hoş geldiniz" diyerek bizleri selamladılar. Sevgilisi ve Bayan Meri'nin nefret dolu bakışlarını ve kötü enerjilerini anında almıştım.

Meri, koşarak yanımıza geldi ve, "Hoş geldiniz efendim, odanız ve kahvaltı hazır" diye bilgi verdi.

Tuğrul, bana dönerek:

"Önce duş al. Yoruldun, biraz dinlen. Sonrasında seninle kahvaltı yapalım. Benim de biraz işlerim var. Olur mu?"

Ve sonra Meri'ye bakarak, "biliyorsun hadi"
Meri: "Emredersiniz efendim" Diye cevap verdi.
Sevgilisi buradayken beni neden buraya getirmişti? Neler oluyor?
İçimde başlayan huzursuzluk yüzüme de sirayet etmişti.
Meri, "sizi odanıza götüreyim."

ELIYS (+18)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin