Ve sonunda geldik eve. Bahçe duvarından atlarken her ne kadar biraz ses çıkarsak da evin içine girebildik. Bu kadar celladın burada ne işi olabilir ki diye düşünmedik değil. Kapıyı açtığımızda mutfaktaki cellat elindeki tahta kaşıkla üzerimize doğru koşmaya başladı. Biz de son sürat merdivenlere doğru koştuk. Şimdi ise evdeki herkes Robb'un odasına toplanmış oturuyoruz. İnanırmısınız bu kadar takılmayacağımızı hiç düşünmemiştik. Herkesin odaya girdiği an sordukları ilk soru "Aylin nerde?" oluyor. Hayır bu evde birtek Sophie mi bizi düşünüyor? Herneyse zaten bu takılmama durumu birkaç saat sonra Zero'nun beni farketmesiyle ortadan kalktı. Başımızdan geçen herşeyi teker teker, en ince detayına kadar anlatmamız ortalama yarım saati bulmuştu. Yaklaşık iki haftadan biraz fazladır kayıpmışız. Oysa o parmaklıkların arasında o iki hafta bize iki yıl gibi gelmişti. En çok da minik cüceye kafayı taktı Robb. Bir anda karşımıza çıkan bu cüce neden bize yardım ediyor sorusu kafasını karıştırmış biraz. O soruyu da anlatmak için gitti mi bi 15 dakikamız etti sana 45 dakika. Geri kalan dakika da Sophie'nin bebeği hakkında konuştuk. Anlamadığım nokta hâlâ neden doğmamış olması? Aklıma bazı iğrenç fikirler geliyor fakat dile getirmek istemiyorum. Sophie'nin şu anda moralini bozmak kalan son umutlarını ateşin içine atmak gibi. Aklıma gelen ilk şey bebeğin ölmesi. Ki bu şu anda isteyeceğimiz en son şey. Bebeğin ölümü Zero'nun fişinin çekilmesi demek. Gerçi ben ne kadar dile getirmesem de herkesin aklından bu fikir çıkıp gitmiyor anlaşılan. Hep bir keder, umutsuzluk, fırtına öncesi sessizlik. Hep bir başarısızlık duygusu, gereksiz agrasiflik. Hep bir çaresizlik ve daha niceleri. Herkesin aklında milyonlarca tilki dönüyor ama hiçbiri işe yaramıyor. Artık iki seçenek var; ya o bebek doğacak, ya o bebek doğacak.
***
Saat sabahın ilk suları. Güneş yeryüzünü ısıtma zahmetine girmek için hazırlanıyor. İlk ışıkları çoktan ufuk çizgisini delip geçmiş. Bulutları kaplayan kızıllık gökyüzünü ateş havuzuna çevirmiş. Aşağıda ise yangın yerine. Sabaha kadar kimse uyumadı. Sophie elindeki kahveyi masaya koyup "Bu da son kahve, hangi şanslının bardağı bittiyse uzanıp alsın burdan" diyip mutfağa gitti. İlginçtir ki uyumamak için binbir türlü taklalar atan biz o son bardağa elimizi bile sürmedik. Çünkü kim o bardaktaki kahveyi dudaklarına değdirirse bütün gün boyunca o kahvenin ızdırabıyla kavrulur. İşte biz bu kadar merhametli çocuklardır. Ama ne yazık ki ne kadar iyi olsak da olalım elimizden herşey gelmiyor. Birisi çıksa gelse "Zero birinizin bütün enerjisiyle iyileşebilir" dese birbirimizi çiğnerdik ama keşke bu kadar basit olsa. Küçük bir dalgınlığım kocaman bir problem oluşturdu. Her geçen saniye bir çığ gibi büyüyüp önüne katan her hayatı yedi bitirdi. Şimdi ise herkesin tek bir dileği var; bu çığı yok etmek.
Öğle saatlerine doğru çaresizce bekleyişimizi Sophie'nin sancısı böldü. Aniden bastıran sancı hepimizi telaşa soktu ama nafile. Bebeğin ayağı dışarı çıkıp geri girmiş. Yani bizim bebek dünyaya bir aradaşa bakıp çıkıcam mantığıyla kafasını uzatıp içeri girmiş. Anlaşılan gelmeye de pek niyeti yok. Gerçi o da haklı, sıcacık suyun içinde yüzüyorken, üstüne üstlük zahmette bulunmadan karnını da doyururken bu savaş, açlık, kin, nefret dolu dünyaya kim gelmek ister ki? Orta çağ avrupasını gözlerinde küçük düşünen insanların şimdi ki halleri daha beter. Artık dünyadaki ülkeler "Gelişmiş-gelişmemiş" diye ayırmıyorlar. Artık ya savaşçı ülkesin, yada barışçı. Birde barışçı gibi olup savaşçılar da var ama onları biz dünya dışı varlıklar olarak kabul ediyoruz. Bunun yanında internet araştırmamda eski nazi dosyalarını emanet ettiğim adamın 4 dalda nobel ödülüne aday olduğunu öğrendim. İzlediğim belgesellerden, okuduğum köşe yazılarından anlaşılan o ki dünya artık sağlığı bir problem olarak görmüyor. Hatta bazı ülkelerde ortala yaşam süresi 100 'ü bile geçmiş. Eee artık bi ara kahvesini içmeye gideriz İngiltere'ye.
Akşam hava kararmaya doğru mutfakta Frau'nun bedeni belirdi. Buraya nasıl gidip geliyor cidden bilmiyorum. Tek bildiğim şey beni Mars'a götürmek için köpek gibi çalışıyor olması. Abi bir insan hiç mi pes etmez? Adam her gelişinde nasihati veriyor, veriyor gitmeden önce parmağıyla gök yüzünde bir yer işaret edip "Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanıdır" deyip ortadan kayboluyor. Oh, bu dünyanın yükü yetmezmiş gibi birde Frau'nun sinir bozucu laflarını çekiyorum. Masanın baş ucundaki sandalyeyi çekip sessizce oturdum. Frau üzgün gibi görünüyordu.
"Sophie nasıl?"
"Acı çekiyor. Her ne kadar belli etmemeye çalışsa da kıvrım kıvrım kıvranıyor. Bu sabah yanıma gelip "Eğer çok kötü bir durum olup ölüm söz konusu olursa beni düşünmeyin, bebeği doğurun tamam mı?" diye sordu. Cevap vermedim. Put gibi olduğum yere çakıldım kaldım. 17 yaşında hamile kal, üstüne üstlük sevdiğin adam ölüm döşeğinde ve tek umudu sende. Onun yerinde olduğumu düşünmek bile tüylerimi diken diken ediyor. Korkuyor, çabalıyor, mutlu olmak için uğraşıyor ama olmuyor işte. Lütfen Frau ona yardım et."
"Benim kanunlarım Dünya üzerinde geçersiz Thomas. Bana git Aya atmosfer yap de gidip yapayım ama bir insanı mutlu etmek o kadar kolay değil. O insanlar öyle bir yapıdalar ki onların dünyasında fizik kanunları bir işe yaramaz. Ben düşünemem Thomas, ben hayal kuramam. Ben sadece tepkimenin malzemesiyim. Uranyum gibi düşün. Ben olmazsam enerji oluşmaz. Ama onlar Thomas, onlar bizim gibi değil."
"Beni neden bir insan gibi görmüyorsun?"
"Thomas, sen dünyalı değilsin, sen marslısın"
***
Ne demek sen marslısın? Mark Watney'miyim ben? Bu adam marsa kafayı o kadar takmış ki illa koloniyi ilk o oluşturacak. Eline ne geçecek onu dahi bilmiyorum. Tek bildiğim şey o bana yardım edebilecek tek kişi. Bizi bu dünyadaki en mutlu yapacak tek kişi o. Daha doğrusu evrende desek daha iyi olur. Frau teleport olduktan sonra Oliver ile Damla yanıma geldi.
"Ne diyor Frau?" diye sordu Damla.
"Yardım edip edemeyeceğini sordum, o da yardım edemeyeceğini söyledi, sonra da gitti"
"Bu adam bizimle dalga mı geçiyor? Elbet yapabileceği birşeyler vardır. Neden böyle bir dev sorunun ortasında bizi yapayalnız bırakıp gidiyor? Thomas neden daha fazla ısrar etmedin?" dedi Oliver.
"Ne yapabilirim ki? Benden artık ne istediğini biliyorum galiba. Onun dediklerini yapmadığım için bana acı çektirmek istiyor. Ama dayanmam gerekiyor çünkü sizleri böyle bir sorunun ortasına atıp bir anda ortadan kaybolamam"
"Ne demek istiyorsun? Frau senden ne istiyor ki? Neden yapmıyorsun?" dedi Damla.
"Söyleyemem, söylersem bana olan sevginiz, bağlılığınız uçup gider. Sadece sizi değil bütün bir dünyayı attığım bu ateşi yalnız ben söndürebilirim"
"İnan ki dediklerinden bir gram birşey anlamadık. Biraz daha açıklayıcı olmayı denesen fena olmaz hani"
"Damla üstüme gelmeyin daha söyleyemem dedim ya ben başlattım, ben bitireceğim"
"Neyi?"
"Oyunu"
"Ne oyunu?"
"Güçlünün güçsüzü ezdiği dünyayı bu cehaletten kurtaracak, haksızlığı ortadan kaldıracak, insana insan olmayı yeniden öğretecek bir oyun bu. Ölüm oyunu derler"
"Madem sonucu iyi adı neden ölüm oyunu?"
"Her güzel son için bazen fedakarlık yapman gerekir. Bu oyunda fedakarlığı kim yaparsa oyunu o kazanır. Görünüşe göre ben kazanacağım"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Simyacı
Science FictionBaşka bir evrenden annemin rahmine düştüm. Benim yüzümden ailem darmaduman oldu ve babamla birlikte yepyeni bir hayata adım attık. Zero'yla bu cennet diyarlarda tanışıp kader ortağı olduk. Jack ve Dany'nin yaptıkları pislikler hayatımıza altından k...