2. Bölüm 'İtaat'

1.8K 191 23
                                    

Selamünaleyküm,

Geldik mi yeni bölüme? Bundan sonra elimden geldiğince düzenli; her gün veyahut iki günde bir yazmaya başlayacağım inşallah. Artık ilhamın gelmesi ve işlerimden arta kalan zamana göre değişecek. İnşallah tarihi diye sıkıcı gelmez, zira size tarih anlatmaya değil; tarihin içinde gizem ve maceranın içinde yüzdürmeyi amaçlıyorum. 

Haydi bismillah, ezgi de koydum. :)

DİPÇE: Lütfen, oy ve yorumlarınızı eksik etmediğiniz gibi romanın bölümlerini sosyal medya hesaplarınızda paylaşın ki daha çok okuyucu kazanalım. Hayalet Serisinden farklı bir tür olduğu için(fantastik olduğu kadar tarihi de olması) kendi okuyucu kitlesini yakalaması lazım. Şimdiden teşekkür ederim. :)

__________


Sert bir rüzgar batıya doğru esiyordu. Adeta kısa bir süre sonra olacakları haykırıyordu. Eğer rüzgarın muhatabı, adamlarının arasından çıkıp biraz kulak kabartsa idi rüzgarın kulağına ne fısıldadığını duyabilirdi; Türkler geliyor.

Üç yoldaş, atlarını dört nala ordugaha varmak için sürüyordu. Günlerce yol almışlar, Domaniç'ten buraya gelirken dur durmak bilmemişlerdi. Fakat alplar için bu olağanlaşmış bir yaşam döngüsüydü. Savaşma yaşına geldiklerinden beri dört yanı düşmanla kaplı bir bu topraklarda yol almışlar ve cenk etmişlerdi. Kimi zaman aç ve susuz kalmış, kimi zaman da bir iki saatliğine atları üzerinde uyuyarak yol almak zorunda kalmışlardı. Öyle ki atları bile buna uyum sağlamış, günlerce yol almaya ses çıkarmaz olmuşlardı. Bundandır ki sürekli cenkten cenge koşan Türk atları, hasımlarının atlarından daha dayanıklı ve güçlü hale gelmişti.

Selçuklu sancakları göründüğünde genç bey rahat bir nefes aldı. Sonunda hedefine varmıştı. İçinden Allah'a şükür ederek nöbetçileri geçip, koca bir şehir gibi görünen çadırların arasına daldı ve yolu takip ederek doğruca Sultan Otağına yöneldi. Hiç kimse ona kim olduğunu, nereye gittiğini ve ne akla hizmet sultanın huzuruna çıkmaya çalıştığını sormadı. Zira herkes bu genç beyin kim olduğunun gayet farkındaydı. Sadece kıyafetlerine işlenmiş boyunun tamgası değildi bu tanışıklık; bunca yıl sırt sırta cenk ettikleri kişi olmasıydı.

Yüksekçe bir bölgeye kurulmuş Sultanın Otağına vardıklarında Ertuğrul Bey, atından indi ve yanındaki iki yoldaşına burada beklemesini tembihleyerek doğruca çadırın içine yöneldi ama içeri girmedi. Tam girişin önünde durdu ve bekledi. Bir şey de söylemedi. Zaten gerek de yoktu.

Sultanın Otağını korumakla görevli muhafızlardan biri başını salladı ve içeri girdi. Bir dakika geçmeden tekrar dışarı çıkarak kenara çekildi. Bu, Ertuğrul Bey'in içeri girebileceğine işaretti. Genç bey, kılıcını çıkartıp muhafıza vermeye yeltendi. Ne de olsa sultanın karşısına çıkıyordu ve gelenekler, içeri girenin pusatlarını da dışarıda bırakmasını ön görüyordu ama muhafız eli ile onu durdurdu.

"Gerek yoktur, beyim."

Ertuğrul Bey hafifçe başını sallayarak içeri girdi. Sultanın Otağı, en az kendi bey otağı kadar büyüktü ama çok daha ihtişamlı bir görüntüsü vardı. Göçebe bir oymağın, keçi ve koyun derisi ve de keçelerinden yapılmış otağı ile boydan boya değerli kumaşlar ve özel işlemelerle süslenip, kürk halı serilmiş sultan otağı arasında gerçekten büyük farklar vardı.

Selçuklu Sultanı 1. Alaaddin Keykubad, tahtında, bağdaş kurmuş bir şekilde, oturuyordu. Taht olmasa bile sultanlık alameti elbisesi ile kendini hemen belli ediyordu. Dahası sultanın heybetli duruşu, sakalsız yüzünü süsleyen bıyıkları ve çakmak çakmak bakan gözleri bile onun kim olduğunu anlatmaya yeterdi. Sağ ve solundaki divanlara dizilmiş vezirleri ve komutanları dahi sultanın yanında silik kalıyordu. Oysa her biri de şanlı ve kendisini kanıtlamış kişilerdi.

Gökbörü ve Ertuğrul GaziHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin