48. Bölüm'Thocomer'

302 40 4
                                    

Selamlar canlar, işte bir bölümümüz daha geldi çattı. İnşallah beğenirsiniz. :)

DİPÇE: Yani siz de hiç demiyorsunuz ki Ayça Hatun, bölümler 40'tan 51'e atlamış, hayırdır? Şimdi fark ettim. Sizin benim hatalarımı da söylemeniz gerekmiyor mu? Aaa nasıl okuyucusunuz ama böyle. Yollarım kurtlarımı üzerinize ya da ruhlarımı. :D :D :D

________

Gökbörü, askerler ile göz göze geldi. Kılıcının birini sırtından çıkarttı ve askerlere doğru hırladı. Tahmin ettiği gibi her biri Bizans askeri gibi giyinmişti. Tahmin edemediği ise avcı iken av olabileceğiydi. Daha önce başına gelmiş bir şey değildi. Çoğu zaman avcıların avını bozup, onları avlayan kendisiydi. O zaman en önemli soruyu sormasının vaktiydi; nasıl? Adem? Barak? Yahut bir başkası mı? Aklında deli sorular, yüreğinde ise köşeye sıkışmış olmanın verdiği sıkıntı...

Gözlerini kapayarak derin bir nefes aldı. Aklını rahatlatmak, gönlündeki yükü hafifletmek için çok sık başvurduğu bir yöntemdi. Gözlerini yeniden açtığında bir kurt gibi kükredi. Sesi ise dört bir yana yayıldı.

Tapınakçılar birkaç adım geri attı. Birbirlerinin yüzlerine şüpheyle baktılar. Onlara tehlikeli birini öldüreceklerini söylemişlerdi ama bu kişinin böyle biri olduğunu söylememişlerdi. Artık her ne ise... Onlar da emin değildi. Başlarındaki komutanın yeterince garip ve tehlikeli olduğunu düşünüyorlardı ama belki de çok erken karar vermişlerdi? Kendilerine söylenenlere göre bu kişiyi öldürüp, önlerine çıkan her Türk'ü öldürüp Bizanslı gibi hareket edeceklerdi. Bu şekilde iki devlet arasında savaş çıkartıp, Konstantinopolis'i güvenceye alacaklardı.

"Pergo!" dedi, soğuk ve tiz bir ses. "Occidere aut mori!"

Thocomer, atıyla beraber ağaçların arasından çıktı. Birliğinin ortasında durmuş, gözlerini kısarak Gökbörü'ye bakıyordu. Kapüşonlu siyah pelerini ile her zamanki gibi yüzünü kapamıştı. Bu yüzden teni, ölülerde olduğu gibi soluk bir beyaz renge sahipti. Gözleri, Gökbörü'nün hatırladığı gibi cansız, solmuş bir cam mavisiydi. Bir zamanlar güzel ve canlı bir ışığı vardıysa bile artık yoktu. Tüm bunlar sıska vücudu ile birleşince hastalıklı bir adam görüntüsüne sahipti.

Gökbörü'nün kükremesine karşılık olarak dört bir taraftan kurt ulumaları yükselemeye başlayınca Thocomer, kemikten ibaret parmakları ile atının kayışını sıkıca kavradı, dikkatli bir şekilde çevresine bakındı. Uzun sivri tırnakları etine batsa da umursamadı, "Cave!" diyerek askerlerini uyardı.

Latincesi ana dili kadar iyi olsa da Gökbörü'nün kulaklarından adamın hafif aksanı dikkatinden kaçmamıştı. Thocomer, tercüman olarak vazifeli olduğuna göre bir çok dil bildiğini farz ediyordu. Zaten güneşe neredeyse hiç çıkamayan hastalıklı ve savaşmaktan yoksun bir insanı, tapınakçılar arasında vazifelendirebilmek için adamın çok akıllı veya oldukça işlevsel becerilere sahip olması gerekirdi ki Barak'a göre ikisi de bu adamda mevcuttu. Eh, komutan olarak bunların başına geçtiğine göre daha azını beklemesi hatalı olurdu. Fakat bu, aynı zamanda bu adamın zayıf noktasıydı. Haliyle tüm tapınakçı birliğinin de. Yılların tecrübesine göre haçlılar oldukça ödlek insanlardı. Yeter ki liderlerinin kellesini önlerine atabilsin... Hatta kimi zaman buna dahi gerekmiyordu. Kendi kellelerinin uçacağını anladıklarında arkalarına bakmadan kaçıyorlardı.

Gökbörü korkusuzca atını askerlere doğru sürmeye başladı. İlk seferde en az 10 kişiyi rahatça haklardı ama yüzlerce askeri yenemeyeceğini o da biliyordu. Kaçmak? İşte bu Gökbörü'nün kitabında yazmıyordu. Gururu böyle bir şeye izin vermezdi. Uzun zaman sonra ilk defa belki de ömrünün sonuna gelmiş olabileceğini düşündü. Bir an aklına çocukları ve onlara verdiği söz düştü. İçi acıdı ama hızlıca duygularını ve çocuklarının görüntüsünü geriye itti. Bu şekilde savaşırsa kesin kaybederdi, dikkatini tamamen savaşa verirse sağ çıkma şansı daha yüksekti.

Gökbörü ve Ertuğrul GaziHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin