Herabrienna'nın gözünden
Babam haklıydı.
Dünyadaki herşeyin yalan olduğuna inanabilirim belki. Ama babamın söylediklerinin aksini asla düşünmezdim, düşünemezdim. O kelimeleri söylerken o kadar içten ve samimiydi ki...
Elimi kaldırıp alevlere doğru uzattım. Avuç içim Alevlerin üstünde olacak şekilde tuttum ve gülümsedim. Babamda birkaç saniye öylece durunca, o da aynı şeyi yaptı. İkimizin eli, avuç içleri birbirine bakacak şekilde karşılıklı duruyordu...
Ve babamın eline dokumduğumu hissettiğim anda bütün vücudum titredi...
Her ne kadar arada bir ateş olsa da, her ne kadar çok uzakta bir yerde, başka bir boyutta olsa da, elimin üstünde duran o büyük, kuru, sert eli yine hisetmem, gözlerimin dolmasına sebeb oldu...
Babam gülümseyerek sessizce konuştu.
"Sana yanındayım demiştim prenses."
Aynı şekilde karşılık verdim ona
"Ve her zamanki igibi haklısın. Ama..."
Şaşkınlıkla elimi geri çekerken o da aynısını yaptı ve yüzü ciddileşti.
"Baba... Yüzündeki yaralar nasıl oldu?"
Dedim merakla birlikte endişeli bir ses tonuyla ve ifadesiyle.
Babam, bu konuyu nasıl açıklayacağını düşünür gibi başını hafifçe yere eğdiğinde, bembeyaz parlak gözlerinin yere yansıdığını gördüm. Sanki benden birşey saklıyor, veya söylemek istemiyordu. Tam konuyu kapatarak üstüne gitmemeye karar vermiştim ki, birkaç saniye ardımdan tekrar bana bakıp cevapladı sorumu.
"Bu... Uzun bir hikaye. Ama kısaca yüksek bir yerden düştüm denebilir. Fakat iyiyim"
O ana kadar sırtımda büyük bir yükün olduğunu, 'İyiyim' kelimesiyle birlikte yükün de geçtiğini hissedince anladım.
Eh, işin başka bir yanı olarak, babama kavuştuğumda dinleyeceğim bir hikayem olmuştu.
Babamla vedalaşırken, o vedaşlmanın sadece anlık olduğunu bilmek, içimi rahatmıştı.
Güneşe baktım. Zirvesi karlı iki dağım arasından batarken, adeta bize zamanın ne kadar hızlı geçtiğini gösterdi. İşte o zaman, artık günümüzü sonlandırmamız gerektiğini farkettim. Yorgunluktan bitkin düşerek, ruhum da bu kararımı onaylamıştı.
Aklıma blokları kontrol edebilme gücüm geldiğinde bunun da işe yarar bir güç olduğunu anlayarak gülümsedim. Blazzy'den çok uzaklaşmadan birkaç adım ileri gittim. Kuru, sarı otların oluşturduğu bir açıklığa çıkınca, küçük bir barınma yeri düşündüm ve elimi, bir daire çizecek şekilde döndürdüm. Fakat umduğum gibi düşlediğim barınma yeri oluşmadı önümde.
Bunun nedeni çok açıktı. Hafif sarsılarak yorgun olduğunu hatırlattı ruhum bana.
Açıklık alanda tutunabilecek bir destek bulamadım. Hissettiğim ilk şey bir ağrı ardımdan yakınlaşan bir ısı kaynağı oldu. Başımı güçlükle kaldırıp baktığımda, Blazzy tam yanımda duruyordu
"Layd'm. Çok zayıf düştünüz ve bünyeniz buna dayanamaz. Bırakın barınma yeri bulma işini ben halledeyim."
Aynen öyle...
Diye geçirdim içimden.
Ben Buyum işte. Herobrine'ın zayıf, güçsüz kızı.
Engel olmayı başaramasaydım, kelimeleri ele veren, dolan gözlerim olacaktı. Bunu nadiren yapabiliyorum.
Konuşacak gücüm yoktu. Onaylayarak başımı, aşağı yukarı sallamakla yetimdim. Ve sık aralıklarla beni kontrol ederken Blazzy gecenin karanlığına karıştı. Parlak sarı ateşini görmeme yıldızlar ile ay ışığı da yardım ediyordu.
Ve birden arkamdan hızla birşeyin geçtiğini hissetmemle ürperdim.
Dönüp bakmak istedim ama geç kalmıştım. Ben daha ne olduğunu anlayamadan kaybolmuştu. Son anda görebildiğim tek görüntü, simsiyah bir gölgenin hızla geçmesi oldu.
Gözlerimle etrafı taradım. O gölgenin ne ve nerede olduğunu anlamaya çalışırken, aynı zamanda Blazzy'e baktım. Yoktu... Yaralı, yorgun bir şekilde, gölgenin nereden çıkacağı belli olmayan açıklık arazide yapayalnız kalmıştım.
Ama kolay pes eden biride değilim ben. Bulunduğum duruma rağmen, sinirimi zorlyana dek kendimi korumakta kararlıyım.Hayır...
Dedim kendi kendime.
O kadar kolay değil...
Ayağa kalkmaya çalıştım ama yorgun bedenimden titreyen ayaklarım buna izin vermedi. Birkaç santim kalktığım gibi, yine yere oturdum.
Ensemde hissettiğim soğuk bir nefes ile arkamı döndüm.
Döner dönmez o gölgenin ne, daha doğrusu kim olduğunu anlamam bir yana, aynı zamanda uzun bir aradan sonra yeniden karşılamanın tam ortasında olduğumu farkettim.Karşımda duran kişi, gece gibi simsiyah, uçları kızıla çalan, gür, rampa şekli saçları, koyu gri blüzünün üstüne giydiği, aşağıdan yukarıya doğru, kızıldan siyaha geçiş yapan siyah gömleği ile aynı şekilde siyah pantolonu giymiş ve kızıl gözleriyle doğrudan bana bakan çocukla daha önceden tanışmıltık.
Karşımdaki kişi, Hunter'ın ta kendisiydi...
Ama... Hatırladığım kadarıyla görünmüyordu artık.
Kendinden biraz daha büyük gecede görülmesi neredeyse imkansız olan simsiyah melek kanatları vardı.
Yüz ifadesi kin ve nefret doluydu, kaşları çatık, ellerini yumruk yapmış bir şekilde bana bakıyordu.
"Bak sen..."
O kin ve nefretin bana olmadığını, bu sesin arkamdan gelmesini anlamamla farkettim. Bu ses, tanıdığım hiçkimseye benzemiyordu. Eğer Hunter'da kılıcını çekip, arkasına bakmasa, bunu Entity sanabilirdim.
"Entity'nin oğlu ile Herobrine'ın kızı yan yana... Ne ilginç... Ölümüne düşman olan kişilerin çocukları."
Ardından, ses kadar soğuk ve o kadar da alaycı bir kıkırdama sesi duyuldu.
Yanıt veren Hunter oldu.
"Git buradan! Beni takip etmeyi bırak artık!"
Hunter'ın yüzü kadar sesi de nefret doluydu. Ama ses, aynı soğukluk ve alaycı tavrını koruyordu.
"Asla..."
Gördüğüm son şey bana doğru gelen bir gölge oldu...
Gözlerimi tekrar açtığımda, bir ağacın altındaydık. Hunter kolumdan tutmuş, sinirle soluklanır ken, duvara çarpmasıyla bayıldığını düşündüğüm siyah figüre bakıyordu. Elimde ise elmas bir kılıç vardı. Hunter olmasa ve beni çekmese, bana saplanacak olan kılıç.
Hunter... Hayatımı kurtarmıştı...
Baygınlık saniyeler arasında sürdü. Gölge, hareketlenmeye başladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Herobrine'ın Kızı Herabrienna-Minecraft'ın Küçük Efsanesi
FanfictionHerobrine'ın kızı olduğumu öğrendiğimde, hayatımın tüm sıradanlığını yitireceğinden haberim yoktu... Ama bilmediğim bir şey daha vardı ki, o da asıl maceranın o zaman başladığı... Her şey, ben daha dokuz yaşındayken oldu. Babamla karşılaşmam ve ba...