Kırılma anları ile aramın peki iyi olduğu söylenemezdi. Kırılma anlarında her ne kadar soğuk kanlı durabilen biri olsam da içimdeki endişenin rüzgarı hep biraz daha şiddetlenirdi. O rüzgar beni savurmak, söz konusu olduğunda ise asla geri durmazdı. Beni bulunduğum noktadan kavrayıp daha huzursuz, daha belirsiz ve daha güvensiz bir boşluğa savururdu.
Siyah topuklu botlarımın ucunu ıslak toprağa sürttüğümde yanımdaki bedenlerin huzursuz kıpırtısı, içimdeki endişe rüzgarına güçlendiriyordu. Kelimelerden sakınıldığı anlardan birindeydik. Çıt çıkıyordu çıkmasına ama dudaklarımızdan değil, bedenlerimizin huzursuz hareketlerinden.
Üzerimdeki hırkaya biraz daha sarılarak kollarımı göğsümde bağladığımda bir yanımda duran Ekin'e baktım. Bakışları ormanın karanlığı ile eşti... Diğer yanımda duran Ege ise gergin boynunu elleri ile sıkıyordu.
Ekin, Sıla, Mert, Çisil, Ege ve ben yarım bir daire oluşturacak şekilde, ağaçlarla çevrili bölgenin ortasındaki açıklıkta duruyorduk. Üç arabanın aydınlattığı açıklık içinde bilinmeyeni bekliyorduk.
"Saat kaç?" diye sordu, Ege huzursuzluğunun her zerresinin yansıdığı sesiyle.
"23:42" dedi Sıla, düz ama oldukça gergin bir tonlamayla.
"Kandırıldıysak?" diye sordu, Mert yarım dairenin en sonundan başını Ege'ye uzatarak.
Ormanın karanlığını delen bir başka beyaz far ışığıyla herkes sustuğunda, bize doğru yaklaşan araba sertçe durdu. Bedenlerimiz de sessizleştiğinde, arabanın açılan kapısı ve bize doğru yaklaşan adım sesleri dışındaki tek ses gerginlikten hızlanan nefeslerden geliyordu.
Gözlerimi kıstım, birkaç metre ilerde duran bedene dikkatle baktığımda bir isim kazandı.
Aybars!
14 saat önce...
"Bu daha güzel sanki..." dedim, elimdeki tableti Sıla ve Çisil'e doğru uzatarak.
Sıla gözünün ucuyla ekrana bakıp büyük boy karton bardağın içindeki kahvesinden bir yudum aldı.
Çisil ekrana doğru eğildi. "Rengi biraz..." Duraksadı. "Sanki, huzursuz edici."
Bakışlarımı onun ciddi ifadesinden ekrana çevirdim. Buz mavisi, peluş cekete tekrar baktım.
"Bence güzel, siyah ceketim var." Gözlerimi açıp Çisil'e baktım. "Çok fazla."
Çisil gülümserken ekrandaki fotoğrafı büyüttü. "Mavisi çok soluk, beyazla falan giydiğinde tamam ama bilmiyorum bana hoş gelmedi."
"Sıla..." Son çarem oydu, o da beğenmezse eleyecektim.
"Nora, milyonlarca ceketin var muhtemelen bir tane daha almazsan ölmezsin."
"Of ya," dedim dudaklarımı sarkıtarak. "Alışverişe çıkalım o zaman, böyle uzaktan bakarak olmuyor zaten."
"Çıkalım çıkalım," dedi Sıla korkutucu bir ifade ile gözlerini kısarak. "Benim de alacaklarım var."
"Siyanür, Samuray kılıcı, tüfek falan mı?"
Dudaklarını yana doğru kıvırıp korkutucu ifadesini destekleyerek gülümsedi.
"Yok," dedi bir bacağını diğerinin üstüne atarken. "Forma alacağım."
Kolumu önümüzdeki plastik masaya yaslayarak hafifçe eğildim. "Ne forması?"
"Boston Celtics." Sıla'nın yüzündeki ifadenin nedenini her ne kadar bilsem de oyununa devam ettim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İLKYAZ
General FictionGeri döndüm. Tek tek söküp attığım ne varsa, üstüme bir bir diktim de döndüm. Kalbime geri döndüm.