Küçük bir çocukken herkesin uçuk hayalleri olurdu. Uçmak isterlerdi, astronot olmak isterlerdi. Büyü yapmak ya da süper kahraman olmak... İzledikleri filmlerde ilgi çekici olan ne varsa o olmak isterlerdi. Ben 3 yaşında annesi tarafından, sırf başka bir adama aşık olduğu için her şeyi bırakıp giden bir kadının kızı olduğumdan olsa gerek, görünmez olmak isterdim. Belki de kafamın hep yanlış çalışıyor olmasından kaynaklıydı bu durum. Belki de ben her şeye, hep yanlış tarafından bakıyordum. Belki de değil aslında, öyleydi. Bozukluk kafamın içindeydi. Bozukluk bendim. Belki görünmez olursam, kaçıp gitmek istediğim anlarda yok olurdum. Görünmez olursam, kimseye yük olmazdım. Görünmez olursam, varlığım bir ağırlık olmaktan çıkardı.
Somut olarak olmasa da görünmez olduğum anlar vardı ve şu an tam da böyle bir andı.
Gözlerimi araladığım an bakışlarım tavan ile buluştu. Pürüzsüz ve beyazı oldukça lekesiz olan tavan ile. Benimle hiç ortak özelliği yoktu bu tavanın.
Ege'nin öfkeli sesi kulaklarıma dolduğuna kime bağırdığına bakmak için bile indirmedim bakışlarımı. İlgilenmiyordum. Boğazım kurumuştu, susamıştım. Bu da umurumda değildi. Su içmeden de durabilirdim. Üzerimdeki hastane kokusuna dahi aldırmadım. Hastanelerden herkes kadar hoşlanmazdım, hastane kıyafetleri ise beni ölümcül bir virüse sahipmişim gibi hissettirirdi. Gerçi ben de ölümcül bir zihne sahiptim, sürekli yanlış fikirlere kapılan.
Kapı çarptı, içeri birisi girmiş olmalıydı. Tavanın köşelerini incelerken bununla da ilgilenmedim. Keşke sussalardı, daha önemlisi keşke gitselerdi.
"Yok, kapalı hala telefonu." dedi Mert'in sesi.
"Sitenin bekçisini de aradım," diye ekledi. "Giriş yapmamış bugün hiç."
"Sıla," dedi Ege.
Sıla burada mıydı?
"Onu aradın mı?"
Tamam, değilmiş.
"Aradım, yolda geliyor. Onun da haberi yok."
Gözlerimi tavandan indirdim. Ege, yatak ile pencere arasında boşlukta tek elini boynuna götürmüş sıkarken, telefon ekranından bir şeye bakıyordu. Üzerini değiştirmişti. Üstünde siyah bir kapüşonlu sweat vardı, altında siyah kot, ayağında siyah botlar. Saçları kurumuştu. Kaşları çatıktı.
Öksürmeye başladım, boğazımdaki kuruluk canımı yakıyordu. Gözleri bana döndü, uyandığımı fark etmemiş olmalıydı. Bir an için yüzüme acıyla baktı sonrasında telefonu cebine koydu.
"Ben sana su getireyim." dedi.
Odadan çıktığında Mert hafifçe bana gülümsedi. Gülümsemek istedim ama yüz kaslarımı oynatacak kadar bile gücüm yoktu. Odada sadece Ege ve Mert vardı.
"Nora," dedi Mert ayakuçlarıma yaklaşıp gözlerimin içine bakarken. "İyi misin?"
Gözlerimi kapatıp açtım. Tekrar gülümsedi, neyse ki bunu cevap olarak kabul etmişti çünkü daha fazlasına gücüm yoktu.
Ege elinde cam şişe ile girdiğinde plastik bardaklardan birine yavaşça suyu doldurdu ve bana uzattı. Yüzüne birkaç saniye baktım. Baktığım yerde gördüğümün hiç kimse olmasını dilerdim. Belki o zaman canım bu kadar yanmazdı. Belki o zaman kafamın içindeki bozuk ses de susardı. Belki o zaman içimde yükselen, vazgeçilmişlik hissi kaybolurdu.
Bakışlarım tekrar tavana döndüğünde suyu almayacağımı anladığından olacak başımın kenarında duran sehpanın üstüne bıraktı.
Gözlerimi kapattım, içteki ve dıştaki sesleri yok etmeliydim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İLKYAZ
General FictionGeri döndüm. Tek tek söküp attığım ne varsa, üstüme bir bir diktim de döndüm. Kalbime geri döndüm.