Bölüm 17

20.2K 1.2K 639
                                    


"Yoldan çıktım geldim.

Kuyulara düştüm kendim...

Tırmandım parmaklarımla,

Kirlensin tırnaklarım da."


Herkes en az bir kere olsun hayatının anlamı üzerine düşünmüştür. Var oluşu üzerine. Varlığının anlamı üzerine. Ben oldukça uzun zaman önce, çocukluk denilen bir zaman diliminde yaşımdan büyük düşünceler ile örtülüydüm. Bu çok zaman önceki düşüncelerin her birinden küçük kutular yaptım, kutuları boş bir odada üst üstte dizdim, sonra da demir kapıyı üstlerine kapatıp kilidin şifresini girdim. Tabii zihnimde, kafamın içinde... Çokça zaman önce, sanrılardan ve sancılardan uyandım, yokluğun ve varlığın anlamını çözdüğüme inandım. Çözememiştim. Çözemediklerim bir bir o kutuların içindeydi, o kutular da kilitli odanın... Şifreyi sadece ben biliyordum. Biri şifreyi kırmış olmalıydı çünkü biri şifreyi kırmamış olsaydı beyaz bir odanın ortasında tavanı izlemek ile uzaktan yakından alakam olamazdı. Biri o lanet olası şifreyi kırmamış olsaydı, ben şu an çok sevdiğim herkesin yanında İstanbul'da olurdum ama değildim. Ben, yüzlerce kilometre ötede bir şehirdeydim. Doğduğum ülkeye ait olmayan bir şehirde. Belki de o biri bendim, hani şu şifreyi kıran... Kim bilir?

"Nora," dedi, sevdiğim sayılı insandan bir tanesi. Aklıma dolan geçmiş bulutunu sesiyle dağıtırken başını bana eğip ona bakmamı bekledi.

"Ekin." dedim, ana dönmeye çalışarak.

Zihnimdeki o oda, yeniden varlığını hatırlatıyordu. Buradayım diyordu, sanrıların ve sancıların da burada. 

Sıkı tutun Nora Güz İlgen, henüz bitmedi.

"İstersen biz gitmeyelim, nasıl olsa..."

Nasıl olsa bize ihtiyaçları yok... Haklısın sarışın bize ihtiyaçları yok ama ikimizin de bildiği yine de sözünü etmediği daha önemli bir husus var. O da bizim onlara her şeyden çok ihtiyacımız olduğu...

"Buradan başka olmak istediğin bir yer var mı?" diye sordum, tüm dürüstlüğümle.

Gözlerimin içine baktı. Biliyordu, o da benim gibi farkındaydı var oluşumuzun başka iki var oluş ile bağlı olduğunu. Önceden fark etmemiştim, gitmeden önce yani. O zamanlar da biliyordum Ekin'in Sıla'ya kapıldığını. Bilmediğim ise sürüklendiği idi. Görememiştim. Zaten son zamanlarda kendimden, içimdeki ve dışımdaki seslerden başka bir şey duyacak ya da görecek halim kalmamıştı. Ekin de benim gibiydi. Kuyunun dibindeydi, çırpınmıyordu. Çırpınmak kurtulmayı ummaktı... 

Kurtarılmayı isteyen kimdi? Biz değildik.

"Acınası bir haldeyiz ha?"

"Değiliz." dedim.

Değildik... Aşk zayıflık demek değildi, güç demekti. Düştüğünde ona sebep kalkmak demekti. İlaçlarla, tedavilerle, kendinle mücadele ederken onun için dayanmak demekti. Ona geri dönmek için her yolu aşmak demekti.

"Umarım..."

İnancı tükenmişti, neşesi gibi. Liseden tanıdığımız herkes Ekin'i bu haliyle görse inanmazdı. Ekin ışık saçardı... Bir kapıdan içeri girdiğinde gözler ona dönerdi mesela, bir yerde otururken herkes onu dinlerdi. İlgiyi toplardı toplamasına ama herkes Ekin'i severdi. Boş bir ilgi değildi bu, insanlar ona değer verirdi. Ekin başarılı bir sporcuydu evet ama basketbol için değildi bu değer. En azından sadece onun için değildi. Ekin insanlara karşı nasıl durması gerektiğini bilirdi, onlara nasıl yaklaşması gerektiğini... Çok nadiren birilerini sevmezdi, hepsinde ise bir sebebi olurdu. İnatçıydı, birine karşı bir kere kötü bir his beslediyse bunun asla dönüşü olmazdı. Bir dost için her şeyi yapardı, dostunu ailesi bilirdi ama düşmanını... Aybars konusundaki sakinliği beni bu yüzden daha çok korkutuyordu. Ekin ilk anda tepki veriyorsa bu sorun yakın zamanda ortadan kalacak demekti ama bileniyorsa ve bilendikçe bekliyorsa işte o zaman sonucu kimse ön göremezdi.

İLKYAZHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin