"We let the waters rise.
We drifted to survive.
I needed you to stay,
But I let you drift away."(Bölüm şarkısı: Natalie Taylor, Surrender)
Günleri gecelere, geceleri ise sabahlara sürükleyen sorular vardır. Cevapsız kaldıklarında içini bağırsak kurdu gibi kemirdikleri yetmezmiş gibi bir de dışını tüketirler. Soruları cevaplamaktan, sorgulara hesap vermekten bir de insanları memnun etmekten kaçındığım bunca zaman sonucunda tam şu an yapmak istediğim tek bir şey vardı. Cevap vermek... Ege'yi tüketenin gitmemden çok cevapsız kalmak olduğunu fark etmem ise biraz zaman almıştı. Sabaha karşı, paslı tel örgülerle çevrili, eski bir potanın altında canla başla ter döküyordu. İçindeki ve dışındaki sesleri susturma umuduyla.
Elindeki siyah basket topunu Ekin'e doğru fırlattı. Ekin topu tuttuğunda potaya doğru sürmeye devam etti. O da Ege gibi terden sırılsıklam olmuştu. Topu bir kez yere vurup kendi etrafında döndükten sonra zıplayarak filesiz potadan geçmesini sağladı.
"Sence kartı kim gönderdi?" diye sordu Sıla.
Tel örgülerin hemen ardında durmuş içeride basketbol adı altında terapi yapan Ekin ve Ege'yi izliyorduk.
Elimdeki narlı sodadan bir yudum alırken omuz silktim. "Bilmiyorum."
Bana da kart geldiğini söylemem için doğru zaman mıydı bilmediğimden şimdilik susuyordum. Sıla yavaşça çimlerin üzerine oturup bağdaş kurduğunda ben de yaptığını yapıp yanına oturdum.
"Ege sinirli görünüyor."
Öyleydi. Kart geldiğinde garipleşmişti, yine de barı bırakmadan yarım saat öncesine kadar çalışmıştı. Kapattıklarında ise kendimizi burada bulmuştuk. Sıla, Ege, Ekin ve ben... Diğerleri sabaha karşı basketbol şovu için ya yorgun ya da isteksiz olduklarında burada değillerdi.
Sıla teneke kutusu bacaklarının üzerinde duran, çikolatalı kurabiyelerden birini ısırırken ona döndüm.
"Her şey üst üstte geldi, nefes alacak yeri kalmadı."
Kaşlarını çatarken ağzına bir kurabiye daha attı.
"Nefes alacak yeri kalsın istemiyor Nora." dedi, limonlu sodasından bir yudum alırken. "Cevaplar istiyor."
"Sen?"
Başını yere eğip iki yana sallarken alayla güldü.
"Sana buraya ilk geldiğinde ne söylediğimi hatırlıyor musun?"
"Doğru," dedim üzgün bir sesle. "Ben hiç kimseyim, neden bir yabancının cevaplarını merak edesin ki?"
"Hayır aptal." dedi, kucağındaki kutuyu ikimizin arasındaki boşluğa bırakırken. "Sensiz daha iyiyiz, demiştim."
"Evet," dedim başımla onu onaylarken. "Onu da demiştin."
Suratımdaki acınası ifadeye bakıp güldü.
"Sahiden aptalsın..."
"Güzel oluyor böyle ya, devam et. E başka neyim mesela? İşe yaramaz, sorun çıkartan, yük, şımarık, bencil..."
"Biraz biraz, bak doğru noktalara değindin." dedi, gülüşünü bastırmadan.
Susup önüme döndüğümde Ekin ve Ege son nefeslerini beton zeminli sahada vermek istercesine basketbol oynamaya devam ediyorlardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İLKYAZ
General FictionGeri döndüm. Tek tek söküp attığım ne varsa, üstüme bir bir diktim de döndüm. Kalbime geri döndüm.