Bonus 10

16.2K 1K 391
                                    


  ●SILA ASLAN●

Ekin elindeki birayı ayağımı uzattığım sehpanın üzerine bıraktı. Evine geldiğimizde Ege gelmeyeceklerini mesaj atmıştı. Nora'yı evine bıraktığını ve bara döneceğini yazmıştı. Öfkesi medcezirliydi. Ruh hali gibi... Patlamaya hazır bir bombayı andırıyordu. Fitili tutuşsa bile patlayamayan bir bomba.

"Limon istiyor musun?" diye sordu, yanıma oturmak için bacaklarımın üzerinden atlayıp kenara geçmesi gerekiyordu. Bu durum beni garip bir şekilde eğlendirdiğinden gülümsedim.

"İstemiyorum."

İki bacağımın üzerinden tek hamleyle geçip koltuğun kıvrılan köşesine oturdu. Bu koltuğu seviyordum salonun ortasını dolduruyordu, rahattı ve hepimizi birden sığdırabiliyordu.

"Uykun yok mu?" diye sordum, benim gibi yarı uzanır halde bacaklarını sehpanın altına uzattığında.

"Var." dedi, elindeki biradan uzun bir yudum almadan önce.

"Erken söyleselerdi gelmeyeceklerini ben de eve geçerdim."

Birasından bir yudum daha aldı ve altını dizine dayadıktan sonra başını çevirip bana baktı. "Neden?"

Halsizdi. İçmişti, ayılmıştı ve tekrar içiyordu. Hafif bulanık bakan gözleri, kırışan alnı ve öne doğru belli belirsiz sarkan dudakları bu yüzdendi.

Sabaha karşıydı, yorgundum, yorgundu. Yine de bu koltuğun üstünde öylece oturuyorduk. Aramız iyi değildi ama garip bir şekilde kötü de değildi. O andan sonra, çarpıştığımız ve çarpıldığımız o andan sonra hiç korktuğum gibi bakmamıştı bana. Bakma demiştim, o da bakmamıştı. Ekin böyleydi işte, bazen söylemek gerekiyordu. Bazen, farkında değilsin ama beni parçalara ayırıyorsun, demek gerekiyordu. En azından sıradan insanlar için. Ben ise ne kadar sıkarsa sıksın canım yanmıyormuş gibi bakardım gözlerine. Çünkü yanmamalıydı. İnsan bundan daha güçlü olmalıydı. Ben bundan daha güçlüydüm. Birkaç kalp kırıklığı ve sancısı ile baş edebilirdim. Saçlarım dökülmezdi, derim soyulmazdı, halsiz ve bitkin hissetmezdim. Aşk, ölümcül bir hastalık değildi. Aşk biz ona ne anlam yüklersek oydu.

Sustum... Sessizliğimi paylaşmak istediğim tek insanın yanındaydım. Nefes alış verişinin garip bir şekilde beni dinginleştirdiği tek insanın...

Ekin, deniz manzaralı yüksek bir tepeydi. Rüzgar saçlarımdan geçerken, serinlikle buluşan tenimin verdiği rahatlıkla sonsuza uzanan maviliği izleyebiliyordum onunlayken. Bazen dalgalanıyordu deniz, rüzgar şiddetleniyordu, üşüyordum. Bazen kaçıp ormanın içine saklanmak istiyordum. Bazen ise toprağa karışsın istiyordum tenim. Hepsinden önemlisi orada olduğunu bilmek güvende hissetmeme neden oluyordu. Oradaydı, hep orada kalacaktı. Hiçbir yere gitmeyen bir kara parçasıydı. Hiçbir erozyon, hiçbir deprem onu benden alamazdı. Olduğu yerde öylece duruyordu, sorun şuydu ki olduğu yerde duruyordu. Onu alıp evime götüremezdim, benimle gelmesini sağlayamazdım. Onun toprağının aşerdiği iklim benim evimdeki ile zıttı. İklimi iklimim ile uyumsuzdu. Tenindeki parlak sarı, tenimdeki koyuluğa karşıydı.

Bal rengi gözleri... Bunu hep biliyordum, gözlerinin tonunu ama hiç dışarıdan söylememiştim. Kendime bunu söyleme izni vermemiştim. Ona, güzel olduğunu düşündürecek hiçbir söz söylememiştim. O kız yapmıştı. Pembeye yakın saçları, kocaman açtığı hangi renk olduğu ile ilgilenmediğim gözleri ve arsız tavrıyla Ekin'e bal rengi gözlerinden bahsetmişti. O kız hesapsızca gözüm kapalı çizebileceğim bir suratın sanat eseri olduğunu söylemişti. Öyleydi... Eskiz defterlerim, dosyalarda saklı sayfalar dolusu kağıtlar şahitti. O bir sanat eseriydi...

İLKYAZHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin