Günler günleri bu şekilde kovalarken her iki çocuk hem zekâ yönünden hem de fiziki olarak güçlenmişlerdi. Özellikle Tolga ergenliğin getirisi ile doğru olana yönelerek şiirlere ve fikir akımlarına hayli merak salmış, bu konuda yaşıtlarını bile geride bırakmıştı. Sabahları matbaadan aldığı gazeteleri ilk olarak kendisi okuyor, daha sonra şehrin çeşitli meydanlarında özlü sözlerle gazetesini satıyordu. Gazeteden öğrendiği havadisler onun dünyaya bakış açısını çok fazla değiştirmese de azim, kararlılık ve Nazım Hikmet hakkındaki düşüncelerinde feragat örneklerinin hepsini artık kendisinde bulabiliyordu.
O dönemler ülkeyi en çok meşgul eden konu Kıbrıs meselesiydi. EOKA adı altında Rumların kurduğu bu örgüt, Kıbrıs'ta hiç bir Türk'ün yaşamamasını, daha da ötesi Yunan'lıların 'Megali İdea' hayalini gerçekleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Birleşik Krallığın bile (sözde)karşı geldiği bu örgütün üyeleri, legallik adı altında yoldan geçen Türklerin gözlerinin içine bakıyor, göz göze geldikleri Türkleri şüpheli olarak çeşitli işkencelere maruz bırakıyorlardı. Böylesine bir şovenizm akımına kapılan Rumlar bununla da kalmayıp Türkiye'ye karşı self-determinasyon ilkelerini Avrupa Birliğine sunmuş fakat reddedilmelerine rağmen örgütlenmelerine devam ediyorlardı. Çeşitli siyasi çatışmaların başladığı bu dönemlerde Kıbrıs Türk Cemaat Meclisi Başkanı Rauf Denktaş gizli yollarla Kıbrıs'a girmiş ve Rumlara yakalanarak bir kez daha Türk-Rum gerginliğini başlatmıştı.
Bu gelişmeleri yakından takip eden Tolga ise bu olaylar karşısında orduya olan bağlılık ve sadakatini göstermenin zamanının geldiğini içindeki en derin naif duygularıyla her seferinde dile getiriyordu. Yine okudukları, ona toplum içerisindeki konumunun ne kadar hakiki bir insan olduğunu hatırlatmakla beraber, konuşmanın ve halkı doğru bilinçlendirmenin ne kadar kıvanç verici olduğunu her seferinde anlıyor, Suphi abisine de dile getirmeden edemiyordu. Son dönemlerdeki bu Kıbrıs meselesi adeta onun yumuşak karnı olmuş ve nerede böyle bir konu açılsa yorum yapmadan edemez olmuştu. Ülkenin böyle olaylarla uğraştığı bu çetin dönemlerdeki bir başka sorun ise sürekli iktidara ve Amerikan emperyalizmine karşı ayaklanan öğrencilerdi. Rektörlüğü ve büyük elçilik binasını basan bu öğrenciler bununla da sınırlı kalmamış 17 Şubat 1969 tarihinde, tıpkı 9 Eylül 1922 günü gibi Amerikan filosunu basıp Amerikan askerlerini denize atmışlardı. Kendilerini devrimci diye adlandıran fakülte öğrencileri, tıpkı Şevki gibi Nazım Hikmet gibi yazarları okuyorlar ve sürekli Sosyalizmi savunuyorlardı.
Tolga'nın yaşı bunları anlamaya pek müsait olmasa da devlet karşıtı görünen bu öğrenciler hakkında pekte pozitif düşünmüyordu. Sadece gazeteden okuduğu bu haberler onun ufkunun fazlasıyla gelişmesine yardımcı olmakla beraber ilerideki hayal sınırlarını da yeterince genişletiyordu. Bu yaşta canlı tarihi yaşayan bu küçük çocuk, düşüncelerini şekillendirdiği bu hassas dönemlerde biraz daha Şevki'den uzak kalmaya çalışıyorsa da her akşamüstü Suphi ile yurda dönerken mecburi olarak onun yanına uğruyorlardı. Aslında Şevki'nin ona verdiği Nazım Hikmet'e ait kitap onun okuduğu ilk düzenli kitaptı. Şairlere ve yazarlar takımına olan sevdası bu adamla başlamıştı. Ayrıca okuduğu kitap çok güzel şeyler anlatıyordu. Ama böyle birisini okuyan genç kesim, kendi devletine karşı azıtıyorlar ise benimde bundan uzak durmam gerek diye düşünüyordu.
Kafasının şekillendiği bu dolu dolu yaz böyle geçmiş, artık askeri liselere başvurmanın zamanı gelmişti. Orduya girebileceği için içi içini yiyordu. Buralardan, yaşadığı şehirden ayrılacak olması tıpkı Suphi gibi onun da canını sıkıyordu bir dönemler. Fakat onun memleketine olan sevdası, galiba dostluk sevdasından ağır basıyor bundan olsa gerek dönemin otoritesini olabildiğince yakından ve heves ile takip ediyordu.
Ve yine o günde bitmiş Ankara'ya gitme zamanı gelmişti. Gazete işinden çok para kazanmışlardı ama geçmişte hayati öneme sahip olan bu konunun varlık zamanlarında artık bir önemi yoktu. Yurda döndükleri gece ikisi de birbirlerine karanlık odada bakıyor, yanaklarını ıslatan gözyaşları, katran çalınmış gecede ayrılık mâhkumiyetine bürünmüş masum gözlerden akıyordu.
Öyle ya bu gece songeceleriydi...

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kuyudaki Işık
Ficção Histórica''...Kaderleri yetimhanede birleşen, geçmişleri gözyaşı,nefret dolu,sevgiye muhtaç çocuklar ve kaderlerindeki maneviyat bulutlarını nostaljik yılların depreşmesinde bulan,1960-80'li yıllarda geçen kaçınılmaz sonun yarattığı umutsuzluk kavgası....''