Ertesi gün kahvaltımızı hep beraber yapıyorduk. Dünkü kadar sessiz ve tatsız bir kahvaltı ortamı yoktu. Herkes memnundu. Annem kahvaltısını abimin yanında oturarak yapıyordu. O kadar abimin gideceğinden korkmuştu ki sevincini bize bile yansıtıyordu. Sabah erkenden kalkmış her türlü hamur işini yapmış ve en bol tabağı da abimin önüne koymuştu. Ablam her ne kadar bu durumu kıskansa da ben onların mutluluğunun mutluluğunu yaşıyordum adeta.
"Sarma koyayım mı oğlum?" dedi annem abime bakarak.
"Doydum vallahi, yeter bir tanem," diye karşılık verdi abim.
Müsade alarak masadan kalktım ve odama geçip üstümü değiştirdim. Hava soğuk olduğundan koyu yeşil boğazlı bir kazak ve siyah bir pantolon giyindim. Kabanımı da üstüme geçirdiğimde kendimi dışarı attım ve kursun yolunu tuttum. Trafik lambalarının komutlarıyla karşıya geçmeyi başardım. Üst geçidi kullanmak gibi bir duyarlılık yapmadım çünkü hala o kadar aşağıya inmeye üşeniyorum.
Sonunda kursa vardığımda, Selçuk'un kapı önünde sigara içip telefonuyla uğraşırken gördüm. Karşısına geçince beni fark etmediğini gördüğümde sinsice yaklaşıp onu korkutmak istedim.
"Böö," deyip ellerimi omzuna vurduğumda ağzındaki sigarası ve telefonu aynı anda yere düştü. Yüzündeki ifadeye bakıp kahkaha attım. Selçuk'un bu halleri gerçekten çok komikti. Aptalca bana bakmaktan başka bir şey yapamıyordu şu an.
"Allah'ın cadısı!" deyip elini anlına koyduğunda daha çok güldüm. Selçuk'u korkutmayı çok severdim çünkü korktuğu her an yüz ifadesi o kadar gülünç bir hale geliyordu ki 'monaliza' bile karşısında dişlerini gösterirdi.
İçimdeki ses o yüzden mi bir tek sen gülüyorsun? dese de gülmeye devam ettim.
Kursun kapısından her içeri giren öncelikle bize bakıyordu. Hatta bazıları içeri girerken, "Yine mi başladı?" deyip Selçuk'a bakıyordu.
"Selçuk git aynaya bak," dedim zorlukla. Kendi sıfatındaki komik durumu görmesini istiyordum.
Sinirle yerdeki telefonunu alıp, ekranından kendine bakarken, "Ne var? Çok tatlıyım işte," dedi. Bu söylediğine kendi de inanmamış gibi cümlesini devam ettirdi. "Amma abarttın Dilara, sus be." deyip gözlerini devirdi. "Yürü, Erdal Hoca gelecek şimdi," deyince sustum biraz. Hala gülmemek için dudaklarımı ısırıyorum. Beraber sınıfa girip yerlerimize geçince Erdal Hoca da çok geç olmadan gelmişti. Performansları sırayla almaya başladığında, sıra bize gelene kadar Selçuk ile sohbet etmiştik. Çatışma olduğu gün gösterdiği tavır yüzünden özür dilemekten başlayarak, hep beraber yeniden başka bir klübe gitmemiz gerektiğine kadar anlattı. Cevap veremeden sıra bana gelmişti.
"Hadi Dilara, güzel bir performans bekliyorum," dedi Erdal Hoca. Onun komutu üzerine ellerimi tuşlara yerleştirdim ve seçtiğim parçayı çalmaya başladım. Diğer öğrencilere göre daha uzun bir parça seçmiştim. Bu yüzden uzunca bir süre beni dinledi Erdal Hoca. Bütün sınıf pür dikkat beni dinliyordu. Bıraz huysuz görünseler de parçamı beğendiklerine eminim.
Sonunda bitince gülümseyerek bana baktı ve sesini kısarak, "Şimdi anlıyorum neden kırk bin aldığını," deyip kalktı. Bunun üzerine Selçuk hemen bana yaklaşarak, "Kırk bin mi dedi o?" diye sordu. Ellerimi çenemin altına koyarak kafamı evet anlamında salladım.
"Sen ciddi misin? Neden bana haber vermedin? Ben de seninle aynı yerde değerlendirmemi sunardım," dedi.
"Ben onları bulmadım, onlar beni buldu ve kırk bin lira yazan bir kağıdı imzaladım," deyip dönen sandalyeyle etrafımda bir tur atrığımda tek kaşını kaldırarak bana baktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PİYANİST
ChickLitBir erkek bir kadın. Huyları suları birbirine ters düşen iki kişi. Her şey olmadık bir kazayla başlar. Biri mutlu neşeli diğeri buz gibi soğuk. Komik bulduğu her şeye gülen bir kız, ve hiç gülümsemeyen zor bir adam. Herkesi etkileyen bu kız açık söz...