GÜLBEY
Vakti zamanında, ilmi keskin, gönlü yüce, kendi sır bir şifacı ünlenmiş Yasav'da.
İlmi keskinmiş, zira derman bulamadığı bir dert, çare bulamadığı bir insanoğlu yokmuş. Onulmaz denen yaraları sarar, devasız denen hastaları iyi edermiş.
Gönlü yüceymiş, pula kulluk etmeden, gelen kimsenin üstüne başına bakmadan, herkesi kabul edermiş. Onun gözünde, en değerli kumaş da birmiş, kıl çul da... Abası kırk yamalı da gelse, altın yaldızlı kaftanlı da, aynıymış onun nazarında.
Kendi ise büyük bir sırmış. Çünkü adı dâhil, zatı hakkında bilinen tek şey, şifacı olduğuymuş. Kimisi eteklerini öpmekten adını sormayı unuturmuş, kimisi de ince bir tebessüm alırmış sualine cevaben. Nereden gelip nereye gittiği bilinmez varlığı sadece görenler tarafından ispatlanabilen bir kulmuş.
Günlerden bir gün, öylece, gelip konmuş dar bir vadiye.
Zamanla halk, adını sormaktan sıkılınca, kendileri bir isim bahşetmişler bu zatı sırra...
Rivayet odur ki, şifacının yüzünde, açmamış, taze güle benzeyen bir damga var imiş. Damganın mazisi de, diğer her şey gibi bir gizemmiş.
Kimi demiş, zamanında kulluk ettiği beyi yaptı, kimi dermiş, anasından öyle doğdu. Kimi de dermiş ki, Negül yanağından öptü onu, bizzat kut bahşetti, onun izi... Kah kut almış, kah kovulmuş ilahların diyarlarından... Velhasıl kelam, zatıâlini, "Gülbey" adıyla anmaya başlamışlar.
Zaman hain, insanoğlu riyakârdır.
Onu sevenler olduğu kadar ondan korkanlar da var imiş. Korkudan doğan fikirlerini de, bir zehir misali yaymışlar dilleriyle. Kimine göre, habis bir ruhla anlaşmış, Al Deresi'nin yasak sırrına erebilmek için, kimine göre ise, "Cerrahlar"ın arasından kovulmuş, ilminin sırrı, zamanında onlardan biri olmasıymış.
Daha nice akıl kârı olmayan lakırtı edilmiş hakkında. Hal böyle olunca, zamanla kimsecikler uğramaz olmuş şifacının yanına, yöresine.
Bir gün kayboluvermiş şifacı.
Ne zaman gittiğini kimse bilmemekteymiş. Zira yokluğunu fark ettiklerinde çok geçmiş.
Bir sürü rivayet dönmüş gidişinin de arkasından... Birinde Kilre yakalamış onu, cezalandırmış, bir diğerinde Cerrahlar'a geri dönmüş...
Gidişinden ne kadar sonra bilinmez, yaşadığı o vadiye, "Gülbey" denmiş. Söylene söylene de öyle kalmış...
Aslında Chayeon da gönderilen keşif ekibine katılmak istiyordu. Alex ve Yeol'ün içinde bulunduğu durum, ona da işkence etmekteydi. Lakin ihtiyarlardan oluşan konsey, geride kalıp, kurtarma planına dâhil olması istemişti. Durumdan pek memnun değildi. Yine de Alfa'ya göre, daha hâkimdi kendine.
Alfa'nın emriyle, meydanın orta yerine bir çadır kurulmuştu heyeti ağırlamak adına. Etraflarına da nöbetçiler dikilmişti elbet. Kuş bile uçurmuyorlardı çadırın etrafında. Normalde olsa, o burnu havada, kendinden emin heyet başı, kesinlikle kulp bulurdu içinde bulundukları duruma. Tabi bir Omega'nın, tartışılmaz varlığıyla sarsılmasaydı...
Omegalar tüm kurtlar için mühim ve efsaneviydi. Lakin Kuzey, bir miktar daha farklı bakıyordu bu duruma. Onlara göre Omegalar kutsaldı ve daha yeni görmüşlerdi ki, kutsalları aynı zamanda Kilre'nin elçisiydi. Nasıl olabilirdi böyle bir şey, hiç birinin aklı almıyordu! Üstelik ne Negül, ne de Kilre karşı değildi anladıkları kadarıyla bu duruma. Yoksa çoktan yerle bir olmuştu Yasav, onların ayaklarının altında.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kızılkaya Destanı
Fantasy"Kilre beline kadar inen saçlarını savurdu ve havada süzülen bir tel ufalanıp toprak oldu. Negül suyla kaplı dünyasının toprak olduğunu görünce kederinden ağladı, yağmur oldu. Yası o kadar uzun sürdü ki, nihayet durdurduğunda toprağın dörtte üçü suy...