CERRAHLAR
Alkım Denizi'nin doğusundaki bu diyarın ortasında, "Erenler" denilen üç dağ varmış. Dağların isminin nereden geldiğine dair tutarlı bilgiler olmamakla birlikte elbette ki birçok rivayet dönmekteymiş. En kabul göreni ve makul kabul edileni ise, eskiden bu dağların "Ermişler"in meskeni olmasıymış. Çok eskiden, "Sürü" bile öncesinden, bazı muhterem zatlar, bu dağlarda inzivaya çekilirlermiş. Aylarca, yıllarca kalır, yaratılışı, bu diyarı, ölünce olacakları düşünüp dua ederlermiş.
Bu üç dağ, tıpkı bir sacayağın üç bacağı gibi diziliymiş. Bu üç dağın ortasındaki vadiye de "Aya" adı verilmiş. Gizemli bir şekilde, vadide bulunan kayalarda el izlerine benzer izler mevcutmuş. Adı da buradan gelmekteymiş.
Günlerden bir gün, daha doğrusu bir gece, bu vadide, bembeyaz bir yapı peydah olmuş. Ne penceresi varmış ne de kapısı. Yüzeyi de hiç kir tutmaz, her mevsim pak kalırmış. Kimse içeriye giremezmiş.
Gel zaman git zaman, doğuştan gözleri görmeyen bir çocuğun da bulunduğu bir kafile, dağların etrafından dolaşıp, önlerinde kamp kurmuş. Lakin çocuk geceleyin yok olmuş. Çocuğu ararlarken, bu bembeyaz yapının önünde, gözleri fal taşı gibi açılmış, kafileye mensup bir kocakarı bulmuşlar.
Şifacıları gelip kocakarıyı gördükten sonra, kadıncağız anca sesini bulup konuşabilmiş. Gerçi konuştuğu da pek hayırlı değilmiş. Dediğine göre o beyaz, pak yapı, gözleri görmeyen oğlanı yutuvermiş. Oğlanın anası yapının önünde, üç gün üç gece beklemiş, ağlamış, oğlunu geri versinler diye yakarmış. Kafile ne kadar uğraştıysa da, mümkün değil götürememişler kadıncağızı. Mecbur bırakmışlar orada.
Bir sabah, kadın, kafilenin yerleştiği köye gelmiş durmuş. Üstelik yanında oğlu da varmış ve oğlan artık görüyormuş.
Anlatılana göre, oğlan yedinci günün sabahında, yapının önünde belirivermiş. Gözleri görüyormuş lakin bir tuhaflık varmış: Çocuğun saçları kazınmış ve kafasında dikiş izleri varmış. Üstelik oğlan o yedi günü hatırlamıyormuş.
Haliyle bu yapıya duyulan korku da, merak da artmış. Devasız derdi olan, günlerce yapının önünde dolaşır, bazen birden kaybolup günler sonra ortaya çıkarmış. Ama hiçbir şey hatırlamazlarmış. Kimisinde de, o oğlancağız gibi dikiş izleri olurmuş. Bazısı asla girememiş içeri. Bazısı öleceğini bilse de denememiş bile girmeyi. İçerdekiler her kim ve kimseler, herkes orada yaşayanları, nereden geldiği bilinmeyen bir büyü çeşidi kullanan, sapkın şifacılar bellemiş. İnsanları kesip biçtiklerinden, onlara, Yasav'ın Pençesi adı verilen adalar halkının kullandığı, "vücudu kesici bir aletle yaralamak" anlamına gelen, "cerh" kelimesindeki türettikleri bir ad vermişler: Cerrahlar.
Elindeki kitabı yavaşça yere bırakırken sol eliyle alnına küçük hareketlerle masaj yapmaya başlamıştı. Ne zamandır kitaba dalmış bir şekilde, sofada uzandığından emin değildi. Göz kapakları öyle bir ağrıyorlardı ki, açamıyordu.
Derin bir nefes çekti içine. Ah! Yağmur sonrası toprak kokusuna bayılıyordu. Kitaba o kadar dalmıştı ki yağmuru bile fark etmemişti. Biraz daha rahat koklayıp kendini şımartmak istedi. Gözlerini açıp pencereye yöneldi. Ama daha camı açmadan kaşları çatılmıştı. Dışarısı güneşliydi.
Camı açıp başını yukarı kaldırdı. Havada tek bir bulut bile yoktu. Öyle berrak, öyle mavi bir sema vardı ki!
Yine de anlamlandıramamıştı. Emin olmak için derin bir nefes daha çekti. Toprak kokusu bu sefer biraz daha keskindi. Sanki giderek yaklaşıyordu. Kapısı çaldı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kızılkaya Destanı
Fantasía"Kilre beline kadar inen saçlarını savurdu ve havada süzülen bir tel ufalanıp toprak oldu. Negül suyla kaplı dünyasının toprak olduğunu görünce kederinden ağladı, yağmur oldu. Yası o kadar uzun sürdü ki, nihayet durdurduğunda toprağın dörtte üçü suy...