AYA
Günlerden bir gün, yine tak etti canına Negül'ün. Unuttu tüm kaideleri. Yeryüzüne indi ve de çağırdı güzelliği tarafından adeta büyülendiği ilahi varlığı. Gelecekti, biliyordu. Emindi geleceğinden. Çünkü biliyordu ki, o da, özlediği kadar özlenmişti. Eh, çok uzun sürmeyecekti, süremeyecekti belki bu seferki buluşmaları da... Ama en azından, yeryüzünü yerle bir etmeden, okşayabilirdi belki "O"nun yüzünü bu defa...
Anlayamıyordu. Neden ateş ve suyun birbirine olan muhtaç tezatlığı üstün geliyordu her seferinde? Oysaki Kilre, topraktı aynı zamanda! Negül'ün suları, yağmuru, onun toprağına akmayacak mıydı? Beslemeyecek miydi onu? Ya hükmettiği rüzgâr? Fayda etmez miydi onun alevlerini geride tutmaya? Diyarlarını var eden onların kudretiydi madem, yine aynı kudret nasıl yok ederdi kaynağını? Gerçekten dokunamazlar mıydı birbirlerine?
Bir kerecik denemişti Negül o gece göğünü andıran saçlarda parmaklarını gezdirmeyi... Sonu ise...
Dayanamıyordu artık. En azından tutabilmeliydi sevdiğini kollarında.
Parmak uçlarıyla dokundu Kilre'nin yüzüne. Oradan boynuna, omuzlarına indi. Tüy kadar hafifti teması. Kilre belli belirsiz, bir hayal gibi hissetmişti bu dokunuşları.
Negül küçük keşfine devam ediyordu o sıra.
Bu yüzden yaratılan insanlardan birilerinin bedenlerini sahipleniverdi ikisi de. Zaten onları, en başta, bu amaçla yaratmamışlar mıydı? Yine de farkındaydılar; insanoğlunun aciz bedenleri, onların ilahi varlıkları karşısında çaresizdi. Kilre'nin sahiplendiği beden çoktan başlamıştı içten içe yanmaya. Etten örtünün altındaki kemikten kafesin içinde bulunan ve insanı var eden o her bir parça, tutuşmuştu bile.
Negül de farklı bir durumda değildi. Onun sahiplendiği bedenin de organları şişiyordu içinde, farkındaydı, vakitleri azdı.
Bulutlar yeryüzüne indi. Göz gözü görmüyordu. Burnunun ucu dahi görünmez olmuştu insanoğluna. Damlalar düşmeye başladı. Başta hafif bir çiseltiydi. Oysaki yeni başlamışlardı birbirlerini sevmeye... Büyük bir zelzele koptu. Yer yarıldı, birleşti, parçalandı... Tekrar tekrar şekil aldı toprak. Bazen çöktü yere, bazen göğe yükseldi. Uçurumlar peydah oldu.
Çiseleyen yağmur sağanak sağanaktı şimdi. Doldu taştı dereler, denizler... Koca koca su kütleleri, yerle bir etti önlerine ne kattılarsa...
Durmadılar. Devam ettiler. Ne olursa olsun demişlerdi artık. Etraflarındaki toprak, bir annesinin bebeğini uyutmak için salladığı tahta süslü kafes yataklar gibi sallanıyordu ve onlar birbirlerini seviyorlardı.
Lakin kontrolleri de kayboluyordu. Kilre'nin elleri öyle bir alev aldı ki, Negül'e dokunmaya korktu, dayadı ellerini kayalara... Sıvı, değdiği her şeyi kül eden bir alev... Sudan bir ateş... Öyle ki, izi kaldı ellerinin o kayalarda.
Çok çabuk gelmişti veda vakti. Oysaki daha değmemişti bile dudakları dudaklarına...
Acıyordu...
Vücudundaki her bir zerre, onu o yapan her bir parçası... Kızıl saçlarının tellerinden tırnaklarının ucuna kadar acıyordu. Damarlarında gezinen kan bile yakıyordu canını. O bile Yeol'ü hayatta tutmak için değil de, canını yakmak, onu acıtmak için geziyordu sanki o damarlarda. Yapabilse, "Dur! Akma!", derdi genç adam kıpkırmızı demir tatlı sıcak sıvıya. Öylesine her yerdeydi işte acı! Acıdan başka her şey silinmiş, geriye sadece, o yakıcı, lanet his kalmıştı.
Gözlerini açmayı denedi lakin başaramadı. Göz kapakları bile acıyordu. Kirpiklerine kadar hem de... Her bir tel, ayrı ayrı sızlıyordu.
Panikliyordu. Hissettiği derin kaygı nefesini daraltıyor, hızlanan solukları daha beter canını yakıyordu. Düşüncelerinde attığı çığlıklar, zihninin duvarlarına çarpıp geri dönüyordu ona.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kızılkaya Destanı
Fantasia"Kilre beline kadar inen saçlarını savurdu ve havada süzülen bir tel ufalanıp toprak oldu. Negül suyla kaplı dünyasının toprak olduğunu görünce kederinden ağladı, yağmur oldu. Yası o kadar uzun sürdü ki, nihayet durdurduğunda toprağın dörtte üçü suy...