"Senin sonsuza kadar uyuyacağın yer burası küçüğüm. Çocukluğunun yarasını, bugünün mezarı."
Başka bir deyişle" yara bantlarımı sana harcamak yerine, yaranın içine seni koyup öyle kapatıyorum acının üstünü. Seni dikiyorum ilmek ilmek toprağa, bir çiçeği eker gibi."
Ya da belki de şey "elimi uzatıp dokunduğum yara beni de çürütür, ben senden kaçıyorum. Içindeki zehir bana sıçramasın diye."
Veya bunların hiçbiri değildir. Şeydir; kurtulma hissi. Ölümcül bir hastanın, bedenini çürüten bölgesini kesip atması gibi bir şeydir. Kangren olmuş, sağlıksız bir uzvunu bırakır gibi bırakmıştı beni kumdan mezara. Bedenim hayattaydı ancak hislerim temas ettiği kumda yanarak can vermişti.
Bu da değildi ama biliyorum. Ben hiçbir olayı olması gerektiği gibi algılayamayan, saf bir kızdım ve büyük bir ihtimal bu yaşananları da kendi zihnimde dramatikleştirecektim. Beni objektif olamamakla, hislerimin mantığımın önünde kosmasıyla itham ederken histerik öfkemle içimde yarattığım dünyayı savunduğum sırada o ne kadar haklıysa bende bir o kadar haksızdım. Onun gözlemleri ya da bilgisi, donanımı adına ne deniyorsa hep benden üstündü. O tüm varlığıyla, yaptıklarıyla yapmadıklarıyla ve hatta konuştukları bir yandan sustuklari.. satır arasından, noktasına oradan virgülüne kadar benden üstündü ve haklıydı. Bende öyleydi o. Birçoğu içinde öyle olduğuna bahse varim ama büyük bir ihtimal sırf inadına bu konuda da yanılan ben olacaktım çünkü o konu kendisi de olsa benim kazanmama ızin vermeyecekti. Onu sevmeme izin vermediği gibi. Sadece bununla da kalmamış bu fikirden nefret etmişti. Sanki benim aşkım bu dünyada elde edebileceği, en iğrenç, en kötü şeymiş gibi.
Onun hasta olduğunu söylerken şaka yapmıyordum ve o gerçekten hastaydı ama şimdi ben ondan daha çok hastaydım. Ben onu hastalığı ile kucaklamaya hazırdım. Yana yana sevmeye, ağlaya zırlaya yanında olmaya vardım. Bin kez öldürse, gözlerine bakınca yeniden doğardım, doğacaktım da ama o bana veda etmek için aradığı bahaneyi bulmuş gibiydi. Bir-kac gün ya da bir kaç belki hafta veya en iyi ihtimalle bir iki yıl bu ölümü bekleyip bana katlanmak yerine beni bekletmeden gömüyordu. Sanki çoktan ölmüş ama gömmeye eli gitmemiş bir yakınıydım. Kemiklerim avuçlarına toz olmasın diye mecburen bırakıyordu sanki. Gözlerime son bakışı ; söylediği gibi küçük yaralı bir kız çocuğuna beslenen şefkati kapsamıyordu.
Gözlerime son bakışı; acıyordu. Bakışları sızlıyordu. Belli belirsiz bir hisle kıpraşıyordu elâları. Elâları acıyordu. Bana acıyordu, benim için acıyordu. Küçük bir kız çocuğuna son bir ninni okur gibi baktı bana ve beni tanıdığı ilk günden beri hissettiği tek his olan acı/mak gözlerine oturdu. Ölüm ninnim bitip de hala zihnimde yankılandığı sırada gözlerini çekti benden. Son kez acımıştı bana o kumsalda. Bana, aşkıma, yaralarıma, saflığıma, hayallerime, kimsesizligime bıraktığı son histi bu, aslında tek his. Son kez bırakmıştı ama bundan sonra açınan gözlerde sevgi okuyup kosamayacaktim. Bu uğurda dizlerim yara olmayacaktı. Kanım akmayacak, icim sızlamayacaktı. Öptüğü her parçama dokunup dokunuşun izi silinmesin diye aynı pozisyonda uyuyup uyanamayacaktım. Kalbim bir daha hiç o kadar hızla çarpmayacak, gözlerim ona tekrar dokunmayacaktı. Çünkü o, gidiyordu. Bu kez gerçekten gidiyordu. Bende geriye kalan her şeyi de beraberinde götürüyordu..
Bedenimi kumun içinden güç bela sıyırıp ayağa diktigimde etrafıma baktım. Bora şimdi uzaktaki bir nokta kadar kalmıştı. Rüzgâr estiği güçle bedenimi kumlardan arındırırken gözlerim az önce kalktıgım kuma baktı. İçe göçmüştü, sahici bir mezar gibi görünüyordu. Fazla derin değildi ama beni ürkütmeye yetecek büyüklükte bir çukurdu. Zihnim saniyeler öncesine gitti. Beni ittiği sırada uyguladığı güce ve sonra gözlerinde titreşen binlerce anlama... yutkundum. Bu ağırdı, buz gibi soğuk ve cehennem kadar sıcaktı. Ben ikisini de duyumsayamayacak kadar uyuşmuştum. Sözleri tekrar zihnime düştü. Bu defa başımı iki yana sallayarak kurtuldum onlardan ama sonra başka bir şey oldu. Başka bir anı. Avucuma değen bir kağıt vardı, hayal meyal hatırladım. Sanki binlerce yıl önceymiş gibi ama birkaç dakika ancak olmuştu. Tenimde bir sızı hissettim. Canım acıyordu. Sanki bir yerim kesilmiş gibi, yanan bir şeyler vardı. Bedenimde olduğunu sanıyordum ama belki de içimdeydi. Nereden geldiğini anlamadigim bir telefon sesi vardı. Bu mümkün değildi telefonumu en son Bora'ya attigim veda mesajından sonra kapatmıştım. Saatlerdir kapalı olmalıydı.. değildi. Bulunduğum yerden bir iki adım atıp kendime parçaları birleştirmek adına kısa bir süre tanıdığım sırada gözlerim telefonuma ilisti. Kumlarin arasında duruyordu. Açıktı. 9 cevapsız arama yazıyordu ekranda. Bir kaç santim ötesinde kan vardı. Kum epey büyük bir oranda dairesel şekilde kıpkırmızı olmuştu. Kafamin karıştığını hissettim. Telefonumu kim açmıştı? Neden kum kanla kaplanmıştı? Aklıma gelen ilk şeyle elim burnuma gitti. Atak geçirmiş olabilirdim. Bayılmış olmam mümkündü. Zihnim yine ve yine algılamıyordu ancak hayır sebep bu değildi. Burnum kanamamıştı. Bu da demek oluyor ki sebep hastalık değildi. Peki neydi? Uzanıp yerden telefonumu aldım. Kumla kaplandığı için yavaşlamıştı ancak 9 aramanın dokuzunun da Boradan geldiğini görebilmiştim. Muhtemelen sahilde yanima gelmeden önce aramış olmalıydı. Kuma eğilmiş bedenimi ayağa dikerken avucumdan kırmızı bir sıvı tekrar damladi ve eski kurumuş kanın üstüne yayıldı. Hayır dedim mırıldanarak. Kanayan burnum değil, elimdi. Avucumu sıkmayı bırakıp serbest bıraktığımda tahmin ettiğim gibi bir kağıt düştü kuma. Avucum bir kâğıdın kesemeyecegi kadar derin bi kesik iziyle kaplıydı ve etrafından oluk oluk kan akıyordu. Tek elimi oynatamiyorum desem yeriydi, cayır cayır yanıyordu ve buna neyin sebep olduğunu bile bilmiyordum. Bu kâğıdı hatırlıyordum. Bora bırakmıştı avucuma. Ne yazıyordu ki? Başımı kaldırıp etrafıma baktım, ortalıkta görünmüyordu. Gitmişti. Oysa emindim, yarı yolda dönecekti. Ben ölmeden önce, biraz yaşatacaktı beni. Yanıldığım bir konu daha.. çaresiz bir kabullenisle başımı kâğıda eğip onu açtım. Bora'nin el yazısıyla yazılmış, tek bir kelime vardı. Büyük harflerle "Kaç." Kelimenin içime bıraktığı huzursuzluğu yok sayıp parmaklarımı yazının üstünde gezdirdim. Tek bir damla gözyaşı çenemden aşağı süzüldügünde onun el yazısıyla son kez bakıştığımı göz ardı etmeye çalışıyordum, hatta ona dair herhangi bir şeyle son defa karşı karşıya kalıyor olmamın.. sanki bu küçücük kâğıtta emir kipiyle söylenmiş bir "Kaç" yerine türlü çeşitli sevgi sözcüğü yazılıymış gibi.. bana bir türlü söyleyemediği iki kelimeydi "seni seviyorum." Söylediği sayılı zamanın ardından da felaketi kucaklamak zorunda kalmıştık ama düşününce duymama gerek olmamıştı. Gözlerine baktığımda gördüklerimi tanımlayacak yeterli kelime yoktu ve bunun yaratmış olduğu hisler benim hak ettiğimin ötesindeydi. Dikkatimi tekrar ana çevirdim. Elimde "kaç" yazılı bir kağıt vardı ve bunun tek bir anlamı olabilirdi. Tehlike her yerdeydi. Belki de yanıbaşımda. Bora'yi bulsam iyi olurdu çünkü tek başıma kaçmayacaktım. Birlikte saklanabilirdik, onsuz olmazdı. Hesaba katmamıştım ki, tehlikenin sadece bana yönelik olduğunu... Birkaç hızlı adımla sahilde ilerledigim sırada serum direğimin beni yavaşlattığı, elimdeki iğneyi oynatarak canımı yaktığını hissettim. Onunla beraber koşamazdım. Ondan kurtulmak zorundaydım. Elimdeki sargiyi tek seferde açıp, iğnenin bulunduğu mekanizmayı söküp attığımda direği orada öylece bırakarak koşmaya başladım. Serumu söktüğüm elim de sızlamaya başladı ama umursamadım. Kâğıdı avucumda buruşturup sıkarak Bora'nin gittiği yönde bütün gücümle koşuyordum şimdi. Saçlarım hızımla beraber sırtımı dövüyordu, ben ona yetişmek umuduyla her şeyi boşvermiştim. Kendi sınırlarımı zorluyordum. Ne kadar oldu bilmiyorum, kaç saat geçti ya da bulunduğum noktadan ne kadar uzaklaşmıştim emin değilim ancak epey bir süre sonra göz hizama girmişti sırtı. Ensesi, dagınık sacları.. kahverenginin en tatlı tonuna sahipti sacları onun, dağınık ve özgürdü, rüzgarda usul usul dalgalanıyordu başının üstünde. Diyebilirsiniz, sırtından nasıl tanıdın? Pekala herkes olabilir, Bora olmama ihtimali çok yüksek ama bizim sağlıksız ilişkimizin temeliydi onun bana sırtını ezberletişi, benim de her seferinde omuzlarının arasındaki büyük sırt kemiğinin aldığı her nefesle genisleyip daralan noktasına öpücükler dizmem.. onu görmemle göğüs kafesimi sıkıştıran taşların eksilmesiyle, temiz havaya kavuşan ciğerlerime yüklenip tüm gücümle adını bağırdım. Bora! Bora! Gitme Bora! Bora, dinle beni! Bak bana ne olur! Dur! Bora dur! Lütfen diye bağrışlarımla sokağı inletiyordum ancak duymuyor gibiydi. Bana yüzünü hiç dönmedi. Aynı ritimde ilerlemeye devam etti. Çok hızlı değildi ama bir an için bile olsa tereddüt etmeden attığı adımlar direncimi kırıyordu. Bora bırakma beni! Bırakma beni yalvarırım! Sesim gücünü kaybetmişti. Titrek çıkıyordu. Bir an için tereddüt etmiş olmalıydı, durdu ve başını arkaya bana çevirdi. Beni takip etmeyi bırak Ada! Kaç dedi. Kaç! Sadece kaç! Kimden dedim ağlayarak. Durdurmuştum adımlarımı, epey yaklaşmıştım zaten. Dokunacak kadar yakındım şimdi. Kimden kaçayım Bora? Ben titrek nefesimle ona bakarken o öfkeyle konuştu. Benden Ada! Benden kaçacaksın! Senin bu dünyadaki en büyük düşmanın ben değil miyim dedi bağırarak. Elimi ağzıma kapattığımda, başımı iki yana salladım. Değilsin dedim. Değilsin Bora! Sen benim düşmanım değilsin! Öyle mi dedi sonra bana doğru ilerleyerek. Içindeki zehire ne diyorsun Ada? Sen sapasağlam, güçlü ve mutlu bir çocukken senin ruhunu kıskıvrak yakalamama ne diyorsun? Seni acıya hapsetmelerime? İliğini, kemiğini kurutusuma? Seni ölümün kucağına bırakıp gittiğim sayısız ana? Üstelik şimdi geri dönüşü olmayan bir şekilde hayatla arana duvar koyup, o duvarın altında can verdiren bana ne diyorsun? Sence tüm bunlara rağmen hala... durdu. Ada dedi sonra. Git buradan! Bırak peşimi tamam mı? Sana zarar veren o adam olmaktan yoruldum ben. Seni inciten, yara açan o adam olmaktan nefret ediyorum. Tüm bunları hastayım ben bahanesine sığınarak yapıyor olmaktan, kendime engel olamamaktan ve en fenası da tüm bunlar olurken zevk almaktan, normal gelmesinden yoruldum anlıyor musun? Ama Bora dedim korkuyla. Sözleri zihnimde yer bulamadı kendine, kabul edemedim. Sözlerinde haklılık payı varsa bile duymak, görmek istemiyordum. Aması yok Ada! Bağırdı yine ama gözleri üzgün bakıyordu. Tüm bu yaptıklarımın affı yok ama sen sürekli affediyorsun. Sürekli! Ben ne yaparsam yapayım, beni seviyorsun, affediyorsun! Beni artık sevme Ada! Sevme! Affetme! Nefret et! Sen söyledin dedi sonra. Sen söyledin Ada! Her şeyin başındayken, klinikte söylemiştin! Sana yaptıklarımın, yaşattıklarımın bir aması yok, bir affı da yok. Çok öfkeliydin! Çok kızmıştın! Böyle söyledin, haklıydın. Ben o kızı cok seviyordum dedi. Ben o kendini ezdirmeyen, yaşananların bilicinde olan o kızı cok seviyordum. O öfke beni iyi hissettiyordu. Hak ettiğim şey oydu çünkü. Bu degildi Ada. Sen bu degildin. Şimdi acizleştin. Acizsin Ada. Boyun eğiyorsun, itaat ediyorsun. Ne olmasını bekliyorsun? Senin dur noktan neresi Ada? O gece sana istedigini verip seninle birlikte olsaydım dedi duraksayarak. Seni senin istedigin gibi aşağılasaydım yetecek miydi, duracak mıydın Ada? Bora dedim cılız sesimle. Olmaz. Ben..Ben yapamam. Sen benden ne istediğinin farkında mısın? Sen söylediklerinin farkında mısın? Kaşlarımı çattım. Öfkelendigimi hissetmiştim. Seni sevmek niye suç Bora? Sen neden kendine sevgiyi hak göremiyorsun? Seni sevmek neden dünyanın en büyük yanlışı gibi geliyor sana? Çünkü hak etmiyorum Ada! Çünkü beni sevmek senin başına gelebilecek en kötü şey tamam mı? Neden ben dedim bir anda. Beni özellikle vurgulaması dikkatimi dağıtmıştı. Neden sadece ben Bora? Herkes seni sevebilir? Herkes sana aşık olabilir.. Ben neden? Yeterli değilim diye mi? Güzel değilim diye mi? Başka bir şey yüzünden mi? Öleceğim için vakit kaybı olurum diye mi? Bi şey söyle Bora! Çünkü senin sevgin benim başıma gelebilecek en güzel şey olduğu için Ada! Çünkü bu adamın hayatında böyle bir sevgiye yer yok. Ben açtığı her kalbi solduran bir adamım. Seninkine dokunmak istemiyorum, tamam mı? Daha fazla olmaz! Arkasını döndü bana, yine ezberletti sırtını. Hep yaptığı gibi.. bende hep yaptığım şeyi yaptım, koşup kolumu beline sardım. Hareket etmesine engel oldum. Tamam dedim sonra güçlükle yutkunarak. Sevme beni. Kabul ediyorum. Acizim, aptalım, güçsüzüm, salağım. Hepsine tamam! Lütfen Bora! Biraz daha kal benimle! Çok az! Bundan öncesinde olduğu gibi acı bana, aşkının peşinde koşmayacağım. Merak etme, sadece acı. Biraz daha acı.. hiç değilse izin ver mutlu öleyim. Ne olur Bora! Son isteğim gibi düşün! O güne kadar söz senin istediğin gibi bir kız çocuğu olurum. Gerekmedikce konuşmam, sana karışmam. Sözünden çıkmam, dik başlılık etmem. Sadece yanında var olmama izin ver. Sevgilin gibi davranmam, hiç bir beklentiye girmem. Hiç-bir şeyin hesabını sormam. İstediğin gibi davran! Sadece hayatının uzak bir noktasında da olsa, hiç değilse ölene kadar yerim olsun yanında. Bana gülmek zorunda değilsin, bana hiçbir şey söylemek zorunda değilsin. Istersen bir heykel gibi sadece dur ama dur Bora ne olur! Senin ne istediğin, nasıl mutlu olacagın dedi bedeni hala ellerimin arasındayken. Umrumda bile değil Ada. Gözyaşlarım bu cümleyle benim başımı onun sırtına devirmişti. Yüzümü tişörtüne gömüp ağladığım sırada hiçbir şeyi duymuyordum. Yapma diye bağırdıgimi hatırlıyordum. Can hıraş bir tonda çıkmıştı sesim. Yapma Bora! Alnımı sırt kavisine bıraktım. Çenemin titrediğini hissettim. Başımı biraz eğip tam göçüğün oraya minik bir öpücük bıraktığım an bedeni ellerimin arasında kasıldı. Bende öfkesinden ürküp avuçlarımla öptüğüm kısmı silkeledim, tenimin izini sildim. Benim izim onun teninde saklanmayı hak etmiyordu. Yine de hızla tekrar ellerimi ona sardığımda sözlerine devam etti. Ben senin mutlu olmanı istemiyorum Ada! Yaşamani istiyorum anladın mı? Ağlaya ağlaya göz yaşların da bitse ben yine de bir yerlerde nefes aldığını bilmek zorundayım anlıyor musun? Ve ben senin hayatında olduğum sürece bu olmayacak. Eğer gidersem yaşarsın Ada, iyileşirsin. Bak o sahilde yaşananlar, hepsi gerçekti tamam mı? Hiçbiri yalan değildi. Öylesine değildi. Hepsi gerçekti. Ben tüm o hisleri tam burada saklıyorum dediği sırada sırtı hala bana dönüktü. Kalbini gösterecek sandim ama o şah damarını işaret etmişti. Benim kalbim zindan Ada. Ben seni şah damarimda saklıyorum, bileklerimde. Nabzımın içinde. Ve sen nefes aldığın sürece o damardan kan akacak. Eğer bir gün ölecek olursan.. o zehir dedi. Içindeki zehir, bedenini parçalayarak senden gitmek isterse senden akan zehir benim damarıma dolacak. Bu yüzden yaşamak zorundasın Ada. Ağlaya zırlaya da olsa yaşayacaksın. Başka seçeneğin yok! Benim de senden gitmek dışında başka bir seçeneğim yok! Anlıyor musun beni? Bana döndü yüzünü. Ona hiç bakmadan parmaklarımın ucunda yükseldim. Damarının üstünden öptüğüm sırada tenimden bir damla gözyaşı da düşmüş boynuna ilerlemişti. Sırtına yaptığım gibi yine izini silmek istedim ama o ellerimi bileklerinden yakalayıp havaya diktiginde yapma demişti. Başımı salladım hemen söz dinleyerek. Bir-kac adım ilerideki arabasına binip gözden kayboldugunda arkasından bakakalmıştım... tozu dumana katıp gitmişti, beni de benden etmişti. Şimdi boş yolda öylece duruyordum. Geriye mi dönsem yoksa eve mi yürüsen bilememiştim. Eve dogru küçük adımlar atarken kendimi düşünmekten alıkoyamadım. Gözyaşlarım kurumuş, kalmıştı yüzümde. O bizim hakkımızda kararını vermiş ve bana söz hakkı tanımamıştı. Bir kez daha beni onsuzlukla cezalandırmayı uygun bulmuştu. Bu dönüsü olmayan bir şeydi biliyordum. O bir daha bana dönmeyecekti bende bir daha asla yaşamayacaktım. Bedenimin ne halt ettiği umrumda değildi, içimi öldürmüştü onun gidişi.. bana yaptıkları yara bırakmıştı kabul ediyordum ancak hiçbiri ölümcül darbe değildi. Ölümcül darbe şimdiydi, bu andı. Buraya kadardı. Sahilde söylediklerini düşünecek olursak, bedenen öldüğümde o da benimle mi ölecekti? Kusursuz bir azap.. niye biliyor musunuz? O gitmişti ama beni de yasamaya hapsederek gitmişti. Nabzımı kendi nabzına katıp gitmişti. Bu da demek oluyordu ki ölemezdim. Bir yerlerde benimle ölecekse, ben ölemezdim. Kanının son damlasına kadar yaşamak zorundaydım, ölümsüzlük iksiri falan bulsam iyi olurdu hatta. Sonsuza kadar onsuz ve hayatta olacaktım. Bu fikirden nefret ediyordum ama başka çarem yoktu. Bir yerlerde yaşayıp, mutlu olduğunu bilecektim ve bu bana yetecekti. Yetmek zorundaydı! Bu durumdan nefret etmiştim ama aklıma da yatmıştı. Kabullendim. İçime öfke de dolsa kabul ettim. Adımlarımı hızlandırdım, tek istediğim eve ulaşmak ve odama kapanmaktı. Dudaklarımı hırsla sıkıp koşmaya başladım. Bedenim yanıyordu, bacak kaslarım çığlık atıyor ve göğsüm patlıyordu. Durmadım. Duramazdım da. Takıp ediliyordum... bunu anlamam için epey zaman geçti ama zihnim bu siyah büyük devasa aracı çok net hatırlıyordu. Simsiyah bir gece de, Bora'nin gözlerinin önünde bizzat da onun talebiyle saçımdan sürüklenerek bindirilmistim. Arabanın içindeki deri kokusu hatıralarımdan taşıp burnuma dolduğunda gözlerim sulanmıştı. Pekala, türlü şekilde acı çekmeye vardım ama bu olmazdı. Ufuk Akça olmazdı! Bora'nin kaç emri geldi gözümün önüne. Hâlâ ellerim yumruk halindeydi, kağıt avucumda duruyordu. O kendinden kaçmamı değil, Ufuk Akça dan kaçmami istemişti. Şimdi anlamıştım, başından beri kastettiği buydu. Kaçan oydu, benden kaçan oydu. Benimse tam olarak buradan kurtulmam gerekiyordu. O kadar zayıftım ki ben son sürat de koşsam, Ufuk Akça beni en düşük hızıyla takip ediyor ve asla gözden kaybetmiyordu. Göz hizasından kaybolacak kadar iyi değildim. Bir süre sessizce takip etti, ben koşarak sokakları geçerken o kahkaha atıyordu. Bunu açtığı camdan bana ulaştığı için duyabilmiştim. Cevrede birçok insan vardı ancak kimse durumun tehlikesinin farkında değildi. Ufuk Akça işini biliyordu, gayet rahattı. Bense duraksarsam ölecekmişim gibi bir korkuyla koşuyordum. Buna tanık olanlar ise aksiyon filmi izliyor gibi bir edayla bana bakıyordu. Şimdilik iyiydim ama arabadan inip bana müdahale ederse hiç şansım kalmayacaktı. Bir kez daha zindana girecektim. Bora'nin kendi kalbini zindana benzetmesi geldi aklıma... orası bana cennet olacaktı. Hiç girememiştim. Bora zindan ne demek bilmiyordu, gerçek bir zindanla hiç karşı karşıya kalmamıştı. Bense orada aylarımı geçirmiştim ve şimdi yeniden istiyordu beni. Bu defa olmazdı. Kahkahası yeterince korkutmuyormuş gibi bana seslenmişti ansızın. Bu midemi bulandırmıştı. Adımı ondan duymak, kendimden nefret etmeme sebep olmuştu. Sahi, ben en son ne zaman kendimi sevmiştim ki? Beni seviyorsa Bora seviyordu, ya da Selda.. Bora bırakmıştı. Ben kendimi hiç sevmemiştim. Artık Bora da sevmiyordu. Sadece Selda.. O da kızı olduğum için. Itiraf edelim, daha iyisini hak ediyordu. Ölecek olmayan bir tane. Hasta olmayan. ona istediği gibi bir annelik yaşatacak olanı. Benim gibi bütün hislerini tek bir aşkta kaybeden, kendini hiçe sayan bir aptalı değil. Aptaldim ama yaptıklarım yüzünden değil, belki yapamadıklarından. Olmadığım o Ada'dan dolayı. Düşünmeyi bırakıp kendimi ana odakladım. Sürekli andan kopmak önceden başıma gelen bir şey değildi. Hastalıktı sebebi. Bunu söylediğini duymuştum doktorun. Kendimi tam bir kedi fare oyunun ortasında gibi hissettiğimde adımı seslenmişti. "Adacıgım, benim güzel kuşum.. kaçmaya çalışıyorsun anlıyorum! Haklısın da ama kabul et tatlım, eninde sonunda yakalanacaksin. Bu yüzden kafesine gönüllü girmek senin yararına olacaktır. Ne dersin? Eğer beni zorlamazsan sana öncekine oranla daha insaflı davranırım dedi alay eder gibi. "Ne yaparsın mesela?: diye öfkeyle konuşmama engel olamamıştım kosmaya devam ederken. Seni beslerim mesela, biliyorum daha önce sana iyi bir sahip olamadım ama en nihayetinde bana ait değil misin? Ben ne yaparsam yapayım bana dönmek zorundasın." Sahip kelimesini kullandığı sırada sesinin tonu korkunç bir hal aldı ve devamında katlanarak arttı. Ben sana ait değilim diye bağırdım öfkeyle. Arabayı durdurdu ve aşağı indi. Benim anlık duraksamamdan yararlanmış olmalıydı. Kime aitsin peki dedi bana hiç yaklaşmadan. Zahmet etmemiş olmalıydı. Cevap veremedim. Bora'ya diye cevap vermek istemiştim ama bir an için fazla gelmişti. Bir iki adım attı bana doğru. Sesini ılımlı bir tonda tutarak sordu. Bora'ya mı? İmalı bir gülüş attı sonra. Bora mi senin sahibin dedi korkunç bir tonda. Ardından kendini frenledi ve tekrar araladı dudaklarını. Anlamama izin ver lütfen. Eğer durum sahiden böyleyse o zaman sen düşündüğümden farklı değilsin. Yani, hala birilerinin eteğine sarilacak kadar acizsin. Sadece kim olacağını sen seçmek istiyorsun, yanılıyor muyum? Onun sevdiği kadındın bir süre önce, şimdi neyi oldun? Arada bir başını okşadığı evcil hayvanı mı? Bu öyle bir şey değil dedim çaresizce. Gözlerim dolmuştu ama bununla beraber ona bakacak kadar gücüm vardı. Göz teması kurabilmiştim. Nasıl bir şey dedi sabırla. Daha mi kötüsü? Bana doğru tekrar bir adım attı. Bir rüzgar esti. Kulaklarımı sağır eden bir ses daha vardı, hızla üzerimize yaklaşıyordu ancak ne olduğunu anlamıyordum. Geriye doğru adımladım ancak birkaç adım arkam taş duvardı. Beni kapana kıstırmıştı. Belki bir ihtimal yan yola sapabilirdim ama bu onun öfkesini kırbaçlardı. Benden bir cevap bekliyordu. Belki de bir teslimiyet. Ben ona ikisini de verdim. Başımı salladım ağır ağır. Sorusuna cevap olsun diye. Daha kötüsü olduğunu onaylamak için. Daha kötüsüydü çünkü, öyleydi. Ben onun elinde Ufuk'un elinde olduğumdan daha değersizdim ama önemi yoktu. Dizlerimin üstüne çöktüm, teslimiyetim olsun diye. Başımı soğuk taşa bıraktım. Beni alıp götürsün istedim. Pes etmiştim. Ters yönden bir araba daha gelip beni ezmeye bir santim kala frene basmıştı. Ufugun tanıdığı birisi olmalıydı. Ufuk geriye adımlamıştı. Yanımdan geçip arabanın yanına vardığında Ufuk, ikisi arasında fısıldaşmaya başlamıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kurban
RomanceKimsesiz bir kız çocuğuydu, cehennemi avuçlarında saklayan bir adamın toprağı bala çalan gözlerinde can verdi. Bu hikâye onun feryadı, aşkı ama en çok da çaresizliğine yazıldı.