46- Ada'dan gitmek mi Ada'ya gitmek mi?

142 3 0
                                    

Arkadaşlar öncelikle lütfen kusura bakmayın. Bölümün dün gelmesi gerekiyordu ama bazı şeyler canımı çok yaktığı için  düşen enerjimle bölüm elimde süründü ama şimdi bölümü bitirdim ve sizinle paylaşmak için sabırsızım. Keyifli okumalar 💜

Saat sabaha karşı 05.
Henüz tam anlamıyla güneş bile doğmamış, gökyüzü gri bulutlarıyla başımızın üstünde dans ediyor, küçük bir kız çocuğu kollarımın arasında öylece uyuyor ve ben saatlerdir gözümü bile kırpmadan onu izliyorum. Saçlarındaki çilek kokusunu soluyorum, yüzündeki benleri geziyor ve aldığı nefesi sayıyorum. Bir, iki, üç, dört, beş.
Siz daha önce hiç sevdiğiniz birinin aldığı nefesi sayacak kadar korktunuz mu?
Ben Ada'yı kaybettim. O ölmedi, ben ölmedim, biz öldük. Bize dair her şey dağıldı, yıkıldı, parçalandı ama biz paramparça da olsa sevdik birbirimizi. Ben onu defalarca kaybettim ve hiç bulamadım.
O beni defalarca kaybetti ama hiç bırakmadı ellerimi. Şey gibi düşünün; varlığıyla yanınızda olan birinin, size hiç yüzünü dönmediğini ama sizin ona sarılmaktan hiç vazgeçmediginizi. Kalbi size dönmeyen, gözlerini sizden uzağa düşüren birine sarılmak, onu sevmek ve onunla sevişmek -asla cinsel bir imada bulunmuyorum- dokunabilmek zordur, size duvar olana. Bundan bahsediyorum. Yara bere içinde kalır elleriniz, avuçlarınız. Yara bantlarıyla kapatılamaz, dikiş tutmaz, tedavisi bulunmaz. Durmaz, durulmaz. Çünkü akan kan yürekte biriken cam kırıklarının, teninize saplandıklarından ibaret olur.
Ada, ruhu delik deşik bir kız çocuğu, bazen bir kadın ama çoğunlukla çocuk ve artık onun bedeni de ruhu da kaldıramıyordu. Küçük bir toplu iğneyle, azar azar kanatmıştım onu. Yavaş yavaş ve zamanla.
Bir delik, iki delik, üç delik.
Ve kan gölü. Koca bir yara. Bir enkaz. Küçük bedenini açtığım deliklerle kazmış ve onu kendi bedenine gömmüştüm sanki, onun tabutu kendisiydi. Toprağı bendim, çiçekleri ise hiç olmamıştı. Onun ne ruhunda ne bedeninden çiçekler yetişmiyordu. Ektiğim her çiçek soluyor, bedeni kabul etmiyordu. Hicbir çiçek sulanmadan ve güneş görmeden yaşayamazdı, benim güneşim batmıştı. Benim çiçeğim solmuştu, benim küçük kızım artık yaşamıyordu çünkü ben onu ilk tanıdığımda o böyle değildi, ben ondan soluğunu aldım ve artık o küçük kız hiçbir canlıya hayat veremeyecek kadar güçsüz bir harabeye dönmüştü. Her yönüyle...
Göz kapakları titrek, dudakları bükük, elleri soğuk, kalbi güçsüz. Kalbi çok güçsüz. Ona bakmaya bile hakkım olduğunu sanmıyordum ama gözlerim bir kucağımdaki kızda, bir de oturduğum yerde pencereden dışarı çevriliyordu. Elimin tersiyle yüzündeki benlerin üstünde gezerken yutkundum ve ona bakarken verdim kararımı. Onu olduğu gibi kucaklayarak yerimden kalktım ve öylece evden ayrıldım.
Saat 05:30
Onu, Selda Tözün'ün kapısına bıraktım. Yol yarım saat sürmezdi, belki on dakika. Ben yavaş yürüdüm. Ben onu izledim. Ben ona veda edemezdim ve bu yüzden, bunu dünya üzerindeki en adi yöntemle yaptım. O uyurken terk ettim onu ama bir şey vardı. Hesaba katmadıgım bir şey. Onu terk etmek, kendimi terk etmem demekti. Onu öyle zeminde uzanırken görmek, küçük bedeninin kuş gibi titriyor olması benim boğazıma bıçak dayıyordu. Onu bırakıp ortadan hemen yok olmayı düşünüyordum ancak kendimi bir ağacın arkasına atıp, onun beni göremeyeceği bir yerden Selda kapıya çıkıp onu içeri alana kadar izlerken bulmuştum. O gün orada yaşananlar, benim kararlarımın yolunu çizmişti.
O günden sonra aylarca her gece o bahçeye gizli gizli girdim ve sabahı ettim bir ağacın altında. Güneşi doğurdum ancak hiçbir güneş onun kadar parlayamazdı hayatıma, hiçbir sıcaklık onun kadar ısıtamazdı artık beni.
Telefonumu kapattım, numaramı değiştirdim ne onun ne de ona benden haber uçuracak kimsenin bana ulaşamaması için her şeyi yaptım ama düşündüğü kadar da uzak kalamadım ona.
Biliyorum, merak ediyorsunuz. Bunca zaman neredeydi bu adam diye. Buradaydım, onunla. Uzaklardaydım, onsuz. Ben her yerdeydim ama aynı zamanda hiçbir yerdeydim. İnsan kendini mutlu ve güvende hissedemezse, bulunduğu nokta da hiçliği tadar. Ben onun olmadığı hiçbir yerde güvende hissetmiyorum. Fazla korkak bir adam değilim ama o yanımda olmayınca, ben korkuyorum ve bu korku beni düşünmeden adım atmaya zorluyor. Belki bu korku aynı zamanda hastalığımı da güçlendiriyor, çünkü aylar içinde hiçbir şey değişmedi benim değiştigim kadar. Yürüyemez oldum, yemek yiyemez oldum. Mideme giren her şeyi kustum. Hareketlerimde tutukluk yapar oldu, kaslarım çalışmaz oldu.
Unuttum. Konuşmayı unuttum. Düşünmeyi unuttum. Kendimi unuttum. Olduğum yeri unuttum. Kimliğimi unuttum. Bir tek o kaldı. Yeşil gözlü, siyah saçlı, kısa boylu küçük bir kız çocuğu. İsmi Ada. Ona yakın hissetmek için başka bir adaya yerleştim. Ona çok uzak değil, böylece her gece o bahçede gezinirken onu izleyebildim. Çiçekleri sularken, yıldızlarla konuşurken, ağlarken ve hiç gülmezken. Bir iki defa öksürdü. Hasta mıydı diye düşündüm. Ne zamandan beri? Çok sonra fark ettim, o hiç iyileşmemişti.
O gece aradım Ufuk Akça'yı. Bana yaptığını yaptım ona, Ada'ya yaşattıkları gibi aldım canını. Elime silah tutuşturup, Ada'yi önümde dizlerinin üstüne çöktürdügü zaman benden istediği şeydi; küçük kız çocuğunu kalbinden vurmam. Bende öyle yaptım, Ufuk Akça'yi vurdum. Tam da kalbinden...
Bedeni ayaklarımın dibine yığıldı. Oracıkta can vermişti.
Benim elime ilk gerçek kan o gün sıçradı. Artık bir katilim. Gerçek bir cellât ve olmaktan korktuğum her şeyim ama biliyor musunuz? Hiç öyle hissetmiyordum. Intikamını almıştım, Ada'ya yaptığı her türlü eziyeti ödemişti. Canıyla...
Dünyadan bir tecavüzcü, sapık eksildi. Küçük bir kız çocuğunun geleceğini çalan bir hırsız, öz kızına işkence yapan bir zalim eksildi.
Oyun bitti, sahne kapandı.
Silahımdan çıkan kurşun onları öldürdü ama bizi de kavuşturmadı. Hikâyemiz de sona gelirken bir sonraki durağım hastalığımın getirileriyle yüzleşmek ve gerçeklerimle buluşmak olacaktı ama keşke ona son bir kez sarılabilseydim...

Kurban Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin