Bora! Bora! Bora! Bora, neredesin? Burası çok karanlık! Çok, korkuyorum Bora! Nereye gittin? Ben çıkamadım senin hayatından, izin vermedi kalbim. İzin vermedi hislerim. Gücüm yetmedi. Benim seni bırakmaya gücüm yetmedi ama senin gücün kaldı mı bana arkanı dönmeye? Bana bakmayı red mi etti gözlerin, beni istemeyi bıraktı mı kalbin? Beni sevmediğini zaten biliyorum ama beni istemeyecek kadar da mı uzaklastın benden? Neden yoksun yanımda? Sen yoksan yanımda, ölüm kalsın yanımda. Güneş doğmasın. Gece yutsun varlığımı. Alsın beni uzaklara götürsün, sonra sen gel. Benim kaybolduğum yerden gülümse hayata. Sonra sen gel, benim bıraktığımı topla. Acıyı al, savur okyanusun dalgalarına. Götürsün onu uzaklara. Ayaklarına vuran dalgalarda bambaşka hayatlar, umutlar olsun. Benimle birlikte silinsin geçmişin, kederini bana bırak öyle ayrıl, birlikte olduğumuz son yerden. Bizi bir daha asla birlikte görmeyecek olan milyonlarca yerden bir tanesi olsun, o deniz kıyısı. Küllerimiz savrulsun. Anılarımız kaybolsun. Aşkımız silinsin yeryüzünün duvarlarından. Bir tek ismimiz kalsın geriye. Ada ve Bora. Hasta küçük kız çocuğu Ada ve onun yuvası Bora. Kahramanı Bora. Koruyucusu Bora. Annesinin arkasını döndüğüne kucak açan Bora. Babasının vazgeçtiğine baba olan Bora. Çirkin ördek yavrusunu güzel bir kuğu gibi hissettiren Bora. Ona masal okuyan, onu bir masal kahramanı, bir prenses yapan Bora.
Bak, seni anlatmak icin ne çok yol var, bana ise yazılacak tek kelime yok.
Ben kendime o kadar uzağım ki, kendi ellerimden tutup kendimi ayağa dikemiyorum. Kendime bakıp yolda yürürken gördüğüm herhangi bir çocuğa yaptığım gibi gülümseyemiyorum. Kendime merhamet edip her şeyin geçeceğini söyleyemiyorum. Bunları yapamıyorum, hiçbirine inanmıyorum çünkü başka bir hayat varsa bile benim bulamayacağım kadar uzak.
Çünkü ben oraya asla ulaşamayacağım.
Çünkü çocuk olsam da, mutlu olmayı hak eden o masumlardan değilim. Her çocuğun masum olmadığını, hepsinin her şeyi hak etmediğini söylemiştim.
Annem elimi bıraktıktan sonra ben de hayatın ellerini bıraktım. Hayatın da benim gibi ellerimi bırakacağını düşünüyordum ama öyle olmamıştı. Hayat iri ellerini benimkilere sarmış ve sanki kaçacakmışım gibi avuçlarında sıkmıştı.
O hayat bana gülümsemişti. Bana pamuk şeker almış, beni salıncağa bile oturtmuştu. Yerin yedi kat dibinde yasayan ben, gökyüzüne çıkarılmıştım. Hayatın iri elleri arasında, küçücük bir salıncakta...
O hayatın güzel ela gözleri, çok sevdiğim dalgalı dağınık sacları vardı. O hayatın bir ismi bile vardı, benim kimliksizligime tezat. Kimsesizligime inat...
Bora Doğrusöz. Şimdi, neredesin?
Ben buradayım, beni en son bıraktığın yerde. Karanlık bir odada, hiçliğin ortasında. Simsiyah duvarların ardında, o duvarların üstüme devrilmesini bekliyorum. Enkazın altında kalmayı ve oradan ölümün çıkmasını hayal ediyorum. Ölümü düşlüyorum. Çünkü sen hayatsın ama ben yaşamak istemiyorum. Çünkü sen ölümsün ama benim ölmeye bile gücüm kalmadı. Benim adım atmaya gücüm yok. Tutmuyor bacaklarım, atmıyor kalbim. Durmuyor dünya, dönmüyor hayat. Dönmüyorsun sen, bana dönmüyorsun sen. Ben senden gidemiyorum, sen bana gelmiyorsun.
Karanlık bir odadayım ben şimdi, aklına gelecek her anlamda. Sen yoksun, kokun bile yok biliyor musun? Bir ben varım, bir de dört duvar. Hiçbir eşya yok, çok soğuk. Hareket edemiyorum, bileklerim acıyor. Avazım çıktığı kadar seni bağırıyorum. Sesim duvarlara çarparak yankı yapıyor. Göremiyorum ama zemine damlayan bir sıvı var. Pıt pıt pıt.. sesini duyuyorum. Bileklerimin sizladığını hissediyorum. Pencereden sızan ay ışığı odayı aydınlatıyor ve o an görüyorum gerçeği. Tavana asılı demir bir mekanizmaya bileklerimden bağlıyım. İki elimin bileğine de kan oturmuş ve hatta biraz morlukla beraber hafif bir şişkinlik bile mevcut. Zemine akan şey kıpkırmızı bir sıvı, kan... bileklerim demirin baskısıyla parçalanmış. Tam o sırada kapı açılıyor. Ben çığlık attığım ve yerimde tepinerek zincirleri salladığım anda.. içeriye senin girmeni beklerken heyecanla atan kalbim, gelen kişiyi gördüğü an duruyor sanki.
Ufuk Akca. Kapıdan içeriye giren isim Ufuk Akca oluyor ve bulunduğumuz odanın tavanı ve küçüçük penceresi kayboluyor. Tavan aşağı iniyor ve bu beni yine o hatıraya atıyor. Hayatın beni elleriyle o adama verdiği ve onun da beni daracık bir delikte çürüttüğü o ana.
Bora nerede diye soruyorum ona. Sesim öfkeli, sesim umutlu, sesim korku dolu. Gitti diyor. Unuttun mu diyor hemen ardından. Seni bana bıraktı ve gitti. Seni bana teslim etti. Kendi öldürmeye gönlü razı olmadı, ben öldüreyim istedi. Bende zevkle kabul ettim küçük kızım. Hayır dedim hemen. Gözlerim doldu ama ona yenilmek istemedim. Bu doğru değil diye cevapladım. Gülümsedi, neredeyse samimiydi. İstersen kendin bak dedi ve beni çözdü. Zincirlerimden kurtardı ve yere indirdi. Kapıyı gösterdi. Aç ve çık. Adımların seni önce bir deniz kenarına ardından, o çok sevdiğin adama götürecek. Veda etmeyi hak ediyorsun dedi. Veda mi dedim korkarak ve açtım kapıyı. Cevap bile vermeden kendimi dışarıya atmıştım.
Ufuk Akca yalan söylemişti. Karşımda bir sahil yoktu, bir deniz kenarı yoktu. Kuş sesleri ve sahilden yayılan o tatlı müzik yoktu. Soğuk soğuk esiyordu rüzgar, hırçın hırçın vuran dalga sesleri geliyordu ama nereden? Belki biraz ilerlersem sahile ulaşırım diye düşündüm. Bu dalga sesleri denizin habercisi değil miydi?
Bir adım attım.. İki oldu, üç, beş.
Şimdi bulunduğum yer çok tanıdıktı.
Ürkütücü derecede tanıdık.
Hikayemizin başladığı noktadaydım.
Yine o uçurumun kenarındaydım, yine kayıtsız adımlarımla boşluğa basmaktan son anda kurtulmuştum.
Yine korkuyordum, yine ağlıyordum ama bu defa atlayan ben değildim. Bu defa sonu başlatan kişi Boraydı.
Oradaydı, dalgaların arasında.
Kapalı gözleri, bembeyaz suratı ile öylece sallanıyordu suyun üstünde.
Atmayı bırakan kalbiyle, damarlarından çekilen kanıyla.
Cansız bedeniyle.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kurban
RomanceKimsesiz bir kız çocuğuydu, cehennemi avuçlarında saklayan bir adamın toprağı bala çalan gözlerinde can verdi. Bu hikâye onun feryadı, aşkı ama en çok da çaresizliğine yazıldı.