39- Ev

117 4 1
                                    

Her yeni günde, aldığım her nefeste bir parçamı daha kaybediyordum. Yaşadıklarım üzerine konuşmak, her an daha da zorlaşıyordu, her saniye hayatım kan kaybediyordu. İnancım sarsılıyor, kalbim sızlıyordu. Varlığım onun gölgesinde yitip gidiyor, ben dur diyemiyordum. Koşup kaçamıyordum, uzanıp onu tutamıyordum. Kendime sarılıp sarsamıyordum, öğüt veremiyordum kendime. Kendimi kurtaramıyordum, sadece ondan da değil. Ben kendimi kendimden bile kurtaramıyordum. Zihnim gün geçtikçe uyuşuyor, aklım bir döngüde sıkışıp kalıyordu. Artık hiçbir şeyin ayırdına varamıyordum, benim dostum zaten yoktu ama düşmanım kim, bana içten içe en büyük zararı veren kim, bu sorular diğer pek çok şey gibi muammaydı. Korkmam gereken kişi Bora mıydı, yoksa başından beri ben mi atmıştım kendimi cehennemin dibine? Bilmiyordum. Yangının ortasına, çürük bir duvarın arkasına. Acı bir yalanın merkezine. Aşk yalanının içine... bu dünyada elde etmeyi en çok istediğim şeyin, beni sonuma götüreceğini kim bilebilirdi?
Geldiğimiz noktada, kalem kâğıdın üzerinde dönmeyi bırakmalıydı, kurumalıydı mürekkebi. Pes etmeli ve vazgeçmeliydi anlatmaktan. Susmalıydı ve vazgeçmeliydi yaşamaktan ama sorun burada işte... Benim yaşayacak bir hayatım kalmamıştı. Belki de hiç olmamıştı. Söylesenize, ben şimdi ne yapacağım? Ne yapmalıyım? Onun karşısında hiçbir zaman ne yapmam gerektiğini bilen, ne söylemem gerektiğini tahmin edebilen, benden beklentilerini nasıl karşılayacağımı anlayamayan biri olmuştum. Aptal biri olmuştum. Aptal biri olmayı sevmiştim, çünkü bu aptallık sayesinde bir yuvam olmuştu. Hissetmeyi hak etmediğim halde, istediğim her şeyi hissetmeye hak kazanmıştım. Istemediklerimi bile...
Bir keresinde ona sormuştum. Beni kafese mi kapatacaksın diye... çünkü sözleri ağır gelmişti. Benden istedikleri, bana emrettikleri, koyduğu yasaklar ya da verdiği cezalar hepsi kaldirabilecegimin ötesiydi ve ben kanımda dolaşan son cesaret kırıntısını da o soruya harcamıştım. Aldığım cevabı sindirmek, en az o soruyu sormak kadar zordu ama daha da zoru, onun gözlerinde parlayan şeyin üstüme çökmesi beklenen bir çığ olduğunu anlamaktı. Bunu kabullenmek epey zamanımı almıştı ancak belli ki hala sindirememiştim, bakın hala sizinle konuşuyorum bunu .39 bölüm oldu, el insaf Ada! Haklısınız.
Bana "ben senin kafesinim dediği ilk günü hatırlıyorum. Tüyler ürpertici bir andı, sanırım saçlarımı kestiği gündü. Gerek önümde dikilen heybetli bedeniyle, karanlığın içinde zeminde dertop olduğumu düşünürsek epey inandırıcı bir cümleydi. Tüm varlığıyla hissediyor, hissettiriyordu. Gölgesinde küçüldüğümü, yok olduğumu hissetmiştim ama bir şekilde o günler de geçmişti. İçimde yarası kalmıştı ama ben Bora'nin açtığı her yaradan sonra mızmızlansaydım, büyük bir ihtimal onun gibi sizi de kaybederdim. Aşıyordum, hepsini. Ya da aştığımi sanıyor kendimi kandırıyordum ama bir şekilde üstesinden geliyordum. Hep gelmiştim.
Göğüs kafesimi mezarlık haline getirmişti ve oraya hem beni hem kendini gömmüştü, gıkım bile çıkmamıştı. Çünkü ben onun ölüsünü de dirisini de kendime katmıştım, onu saklamayı seviyordum. Onun evi olmayı, başını sokacağı çatısı olmayı.. yuvası olmayı. Bunun hayalini kurmak bile çok güzeldi, gerçeğe dönmeyeceğini bile bile her gece kurardım. Göğüs kafesimde ölü bir kuş, ancak köpekleri bağlayacakları kötü bir kafes, zihnimde onunla birlikte olduğum mutlu bir hayat, bakışlarımda gökyüzü ile koyardım başımı yastığa. Uyandığım her sabah, bana ettiği her hakarete gözlerimi kapatır, kulaklarımı tıkardım. Bana vururdu, ben parmaklarını elmacık kemiklerimi sevmek için kullandığını resmederdim. Attığı her tokadı bir buse saymış, attıkça atması için onu kışkırtmıstım, çünkü her şey sessizlikten iyidir. Daha öncede söylemiştim. Her çocuk şefkatli bir dokunuşla yetişmez, benim sahibim de beni köpek eğitir gibi ehlileştiriyordu. Yaptıklarına üzülmek yerine kabullenip, şekillendirmek benin tek şansımdı. Bende öyle yaptım ama yine de bana asla yapmaz dediğim bazı şeyler vardı. Gökyüzümü elimden almak gibi, yıldızlarımın hırsızı olmak gibi.
Ve bir de.. metafor yaptığını düşündüğüm eğitmenimin aslında beni yasanacaklara hazırlıyor olduğunu görmek gibi.
Kafes metaforu, sadece bir metaforken bile yeterince ürkütücüydü, bunun bir gün gerçek olacağını hiç düşünmemiştim ama olmuştu işte.
Şimdi buradaydım. Büyük, dikdörtgen camdan bir kafesin içinde. Dört duvarımın cam olduğu, tavanımın bile camla kaplı olduğu büyük bir alan. Bir kafes, belki dev bir akvaryum bile sayılabilirdi ama ben gerçeği biliyordum, bu bir kafesti. Ķöpek kafesi...ve ben burada çürüyecektim zira o bana bunu ifade etmişti. Bana köpek olduğumu söylemişti. Ben köpegin bile değilim desem de hiç değilse, köpeği olduğumu itiraf edecek kadar dürüsttü. Beni elinde çürütecekti, buradan çıkışım yoktu. Camları kırmak pahasına kendimi paralasam bile en fazla kanımda boğulurdum ama o camlar kırılmazdı. Astım hastasıydım, bunun için sigarayı bırakacağını söyleyen adam benden oksijenimi alıyor, beni adeta ölüme terk ediyordu. Bu otelde yaşananlar gibi değildi, Bora'nın gözü ilk defa böylesine dönüyordu. Ben buradan dönüş olduğunu sanmıyordum. Sonunda o benimle istediği noktaya ulaşmıştı, beni bir türlü zapt edemedigini söylenen adam en sonunda Ufuk'u bahane ederek elindeki son kozu oynamıştı.
Şimdi gerçek bir kurbandım, bana verdiği özgürlüğü de kendi elleriyle almıştı. Oyunu sonunda onun başından beri istediği şekilde oynuyorduk ve benim tek canım bile kalmamıştı. Onun zaferi yakındı, benimse... teslim oluşum. Bu yüzdendi başımı zemindeki yastığa koyarak gözümden akan yaşlarla kendime ninni tutturuşlarım... elimden aldığı gökyüzü kadar çok sevildiğimi anlatan masalı kendi kendime okurken, kapatmıştım gözlerimi. Bana sarılan bedeni yoktu yanımda, kokusu da gitmişti. Sadece ben kalmıştım, bir de çığlık çığlığa feryat etmelerim. Ses geçirmez bir kapının ardında ölüyordum, o mışıl mışıl uyuyordu yatağında. Bizim hikayemizin sonu buydu. Ben sizi de kendimi de bir hayale inandırdım ama gerçeği kaldırmak zordu, siz de ona kızın istemedim.
Küçük bir kız çocuğunu büyümüştü ellerinin içinde, aynı çocuğu saklamıştı bir kafesin içinde. O kötü bir adam değildi, ben yaramaz bir kızdım. Elime cetvelle vurup azarlayan bir öğretmenden farkı yoktu. O ellerimi değil, bedenimi esir etmişti. O cetvelle ellerimi değil, küçük cam parçalarıyla bogazimi hedef almıştı. Beni yakalayıp irili ufaklı bir sürü camı zorla yedirmiş gibi hissediyordum. Içinde olduğum mekanizma göğüs kafesime oturuyordu. Ufuk Akca'dan korunuyordum, beni bulamasın diye elleriyle yok ediyordu. O beni aramak istemiyordu, bu yüzden yok olmama izin veriyordu. Beni yanan arabadan kurtarmıştı, verdiği sözü tutmuştu. Beni yaşatmak için söz vermemişti hiçbir zaman, öldürmemek içindi sözleri ancak şimdi Ufuk Akca'nın hamlesi, onu geri vites yapmaya zorlamıştı. O ölümü görmüştü, bu yüzden bana elleriyle düşeceğim bir ölüm uykusu sunuyordu. Kapanan gözlerim bir cevap sayılırdı, arsız akan yaşlarımı bakmayın siz. Ben yolun sonunun uçurum olduğunu göreli çok oldu, uzatmaları oynadım ancak geri dönmemeye yeminliyim. Istediği gibi olsun! Teslim oluyorum... teslim olacağım.

Kurban Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin