Basınç.
Akıl almaz derecede güçlü, mantığa sığmayacak kadar korkunç bir basınç tüm bedenimi etkisi altına almıştı. Bedenim bu kadar güçlü bir saldırıyla ilk kez karşı karşıya geliyor gibiydi, bir çok kez çeşitli ruhsal ve fiziksel saldırılara kurban gitsem de bu farklıydı çünkü acı ebediyetini korusa da yanında bir başka his daha vardı ve adını koyamıyordum. Kırılıp dökülmeye, parçalanmaya yüz tutmuş bir teraziye hem kalbimi hem zihnimi asmışlardı ve saniyeler kum saati gibi aktıkça iki tarafımla birden kan kaybediyordum. Tam da şimdi sınamakta olduğum basınç ancak iki örnekle anlatılabilirdi. Böylesi bir his ya okyanusun sularına gömülüp de boğularak can verdiğinizde yaşanırdı ya da bir uçak seyahati ile bulutlara kadar çıktığınızda. Ben hem ayrı ayrı hem aynı anda ikisini de yaşamıştım. Okyanusa da atmıştım kendimi, bulutlara da çıkmıştım mecazen. Italya'ya gitmek için o uçağa bindiğimde basıncı hissetmiştim. Hiçbiri bana şimdiki gibi hissettirmemisti. Hiçbiri beni bu kadar yüksekten itmemişti. Düşmek miydi emin değilim ama parçalanmak vardı. Ölmek miydi emin değilim ama yok olmaktı. Yasamak mıydı emin değilim ama çırpınmanktı. Kurmuş olduğu tek cümle de benim 23 yıllık hayatımda alamadığım kadar çok nefes, hiç sahip olmadigim kadar sevgi, bugüne kadar ondan gördüğüm en net tavır vardı. Bütün gözyaşlarım, bütün gurbetlerim, bütün vuslatlarım vardı. Bütün çığlıklarımın, sonu gelmeyen feryatlarımın tuzlu tadı, damağına yayılmış acı hissi dökülüyor ve banyonun duvarlarına yayılıyordu. Emin olduğum tek bir şey vardı, bu o kadar acıtmıyordu beni. O döktüğü tek cümleyle irislerinden saç diplerine oradan da ayak tırnaklarına kadar kanarken benim hissettiğim sonsuz bir boşluktu. Hissetmeyi istediğim ya da beklediğim her şey gözümün önünde uçuşurken tek yaptığım öylece ondan akan kanı izlemekti.
Bu anlattığım iki örnekteki gibi bir andı. Hiçbir zaman birbirini olması gerektiği gibi sevemeyen, birbirlerini parçalayarak var olan iki cocuktuk. Hasta ve ruhsuz iki âşıktık. Yalnız ve kaybolmuş iki caresizdik. O ezerek var olandı, bende gölgesinde soluklanmaya alışandım. O yok etmeye programlanmış bir zalimdi. Ben sevilmeye muhtaç ama sevgisizlikle sarılmış bir hataydım.
Bunca yanlışın içinde, ikimizi de çürütmeye meyilli bir girdaba yakalandığımızda simsiyah fayanslar, karanlık duvarlarla kaplı bir banyodaydık. Daracık duşakabinde bedenlerimiz iç içe geçmişti. Ruhlarımız, bedenlerimizin arasındaki kısacık mesafede boşlukta sallanıyordu.
Bunca zamandır bana düşman olan elleri yoktu.
Bunca zamandır beni ona savunmasızca bağlayan gözleri vardı. Yaralı bir ifadeyle gözlerime bakıyorlar ve baktığı yerde kaybolmak için yalvarıyordu gözlerime. Acımasız cellat, yaralı bir zalimdi karşımda. Ona bıraktığım ağaçların arasında koşuyordu. Sanki gözlerimden açılan bir kapı vardı "sevgilim " diye karşıma dikildiği o parka açılan... koşarak uzaklaşıyordu benden, kaçıyordu o parkın ıssızlığına. Başımızdan aşağı dökülen bir su yoktu ama onun korkusu beni kıvrandırıyor ve belki de ilk defa düşmanlığı değil çaresizliği sarılıyordu boğazıma. Beni basınçla aşağı iten bu olmalıydı, beni daracık kabinde ayaklarının dibine seren ve ıslak zeminde ve onun kolları arasına yıkan şey bu olmalıydı. Peki onun boğuk bir çığlıkla koşarak kaçtığı her yerden dönüp bana sarılmasının sebebi neydi? Sevgi mi? Kendini benim gibi zemine bırakıp beni kucaklamasının sebebi neydi? Acıma duygusu mu? Aylarca kendini benim kafesim yapan, tenime imzasını atan, beni tutsak eden adamdı.. şimdi benimle beraber bir fanusun içindeydi sanki, ikimiz birlikte tutsakmışız gibi.
Birbirimize tutsakmışız gibi.
Ben ona tutsaktım.
O da bana kefaret.
Bu yüzdendi belki şimdi böyle savruluşumuz.
Yüzüme uzanan ellerinde korku vardı, pişmanlık yatıyordu bana bakan gözlerinde. Her şeyin başında topraklarına adım atmama izin verdiği ve beni kendine esir ederken, kendini de bana sahip, bana baba yaptığı için. Gözleriyle benim ormanlarıma adimladığı ve eline alacağı benzinle orayı yakarak her şeye son verecek gücü bulamadığı için. Yüzümü eşelerken akan gözyaşında feryat vardı. Çığlık atıyordu, biri onu bu andan kurtarsın diye. Dudakları düz bir çizgi halini almıştı, dokunursa öldürür diye.
Dudaklarım kapanmıştı, ağzımı acarsam beni öldürmesini söylerim diye.
Bedenim kilitlenmiş, hareket kabiliyetimi yitirmiştim. Parmak uçlarından yayılan ateşte piserken korkup kaçmayayım diye.
Dudaklarından dökülen her bir hecede sevgisizlikle sınanmış her kalbin çarpıntısı vardı. Bir teslimiyet, bir pes ediş vardı. Sanki asıl şimdi bana onu yakıp yıkacak olan o şansı veriyordu, dudaklarımdan dökülen tek kelimeyle onun kıyametini yazabilirmişim gibiydi.
Ben sustum.
Ben ilk defa gönül rahatlığıyla sustum.
O kadar çok sağlam sustum ki konuştuğumda ağzımdan çıkan tek şey - milyonlarca seçenek varken- biraz burada kalalım mi demek oldu. İçimden geçen tek şey, yarı çıplak bir şekilde ıslak zeminde yatarken susarak onunla anı paylaşmaktı. Bir kafesin içine birlikte girmek ve orada birlikte yitirmekti elimizde kalan ne varsa. Ben o gün onu kazandım belki, tekrar.
Ben o gün onun sevdiği kadın oldum, belki ilk kez.
Ben o gün kaybettim son kez.
Ben o gün hayatıma dokunan sihirli bir değnekle Bora'yi kazandığımı düşünürken, bir yerlerde aslında her şeyi kaybediyordum ve sebebi Bora'ydı.
Ben o gün annemi kaybettim ve sebebi Bora'ydı.
Bora beni o gün bir kez daha sevgi adında bir masalla eğlerken içten çürüterek yok ediyordu, hasret büyüdüğüm kadını elimden alarak.
Ben o gün büyüdüm.
Ben o gün annesiz kaldım.
Ben o gün annemle son konuşmamızda onu kırdığımi hatırlayarak kaybettim onu.
Ben o gün kurban edildim bu hayata.
Bora bana gülümserken...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kurban
RomanceKimsesiz bir kız çocuğuydu, cehennemi avuçlarında saklayan bir adamın toprağı bala çalan gözlerinde can verdi. Bu hikâye onun feryadı, aşkı ama en çok da çaresizliğine yazıldı.