Oyun bitmişti. Bu benim için tamamen gerçekti ama bunu bir oyun sanıyordu. O bunu bir oyun sanarak hayatta kalıyordu. Beni kötü bilerek, belki de tam tersine benim hakkımda düşünmeyi erteleyerek adımlarını atıyordu. Onun korkak ve tereddütlü hamlelerine rağmen, benim iyice düşünülmüş şüphe duymamı engelleyen, keskin hamlelerim savaş meydanında karşı karşıya kalıyordu. Küçük, aptal ve hassas küçük kız çocuğunun benim gibi bir adamın karşısında hiç şansı yoktu. Bu gercek bir oyun olsaydı, hiç şansı olmazdı.
Bu bir savaştı ve benim bilincim sarsılırken aldığım kararların sonucu bizi buraya getirmişti.
Bu gerçek bir savaştı ve onun masumiyeti ve hırçınlığı beni bu noktaya taşımıştı. Belki de onu hafife almıştım, belki de ona yeterince hükmedememiştim. Belki de onu yeterince koruyamamıştım.
O hiç söylememişti ama ben onun için yetersiz olduğumu biliyordum.
O hiç söylememişti ama ben ona ne yaparsam yapayım kalbini çürütsem bile ellerimde, zihnine sızamamıştım.
Küçük, kimsesiz bir kız çocugunun kalbine girmek kolaydır, hiç kimsenin talip olmadığı, yaklaşmaya cüret edemediği topraklardır. Bir çocuğun kalbi, dünyanın bütün kötülüklerine karşı en savunmasız kalmış bölgedir. Dünyanın bütün zalimlerine kurban edilebilir topraklardır. Masumiyetin topraklarıdır, onlar. Temizliğin ve saflığın yuvasıdır. Kalbinin kilidi bu kadar sıkıyken zihni için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildir. Zihniyse, küçük bir çocuğun en zayıf noktasıdır. Aldanmaya müsait, kaldırılmaya açık. Sevgiye aç. Sevilmeye muhtaç. Bu yüzden söylenmiyor mu sanki büyükler çocuklara "yabancılarla konuşma, sana şeker verirlerse alma" diye. Çok saçma değil mi? Hayır, değil. Çok mantıklı.
Ada'yi uyaracak, onu benden koruyacak bir tane yakını olsaydı, keşke olsaydı... çünkü ben tam da bu anlattığım yabancıyım işte. Kötü adam, soğuk yabancı. Ürkütücü ve gizemli adam. Uzak durulması gereken her şeyim. Sevilmemesi gereken, korkulması ve hatta kaçıp uzaklaşılması gereken bir adamım. Hiç kimseyim, aslında çok şeyim. Masallarda bulunan beyaz atlı bir prens değilim aksine, o masalların kötü adamıyım. Belki de en başından beri yapmam gereken tek şey o masaldan fırlayıp, gerçeğe dönen hikayemizin başına dönerek beni lanetleyerek bir canavara dönüştürecek olan o cadıyı beklemem lazımdı. Bende bunu yapacaktım. Onun bıraktığı bu kafesin içinde öylece duracak ve bekleyecektim. Benim küçük kızım zekiydi, kalbini kaptırsa da zihnine elletmemişti. Bütün o doktorların, onu psikolojik sendromlarla yaftalayanların canı cehennemeydi! Stockholm Sendromu yasayan hiç kimsenin kendi celladının elinden böyle kaçabileceğini sanmıyordum. Çok araştırmıştım, bu maziye sahip insanların röportajlarını izlemiştim. Kitaplar okumuş, filmler seyretmiştim. Ada onlar gibi değildi. Güçlüydü, cesurdu ve yaşananların bilincindeydi. Bu yüzden diye düşündüm. Bu yüzden arkasından esen rüzgarla beraber ortadan kaybolmuş, giderken de beni bu küçük kafese tıkmayı unutmamıştı. Onun kokusuyla sarmalanmış bu camların içinde dururken hissetiğim en büyük şey kaygıydı. Kaygıydı, çünkü nereye gittiğini bilmiyordum. Güvenli bir yere ulaşmış mıydı emin değildim. Gitmeden önce bana söyledikleri ise kaygımı düpedüz korkuya atan yegane şeydi. Benden gitmiş olması sorun degildi. Ben zaten bu kapıyı, o gitsin diye açık bırakmıştım. Benden kurtulsun diye... kücük kızımı gözlerine baka baka gönderemeyecegimin bilinciyle kapatmıştım gözlerimi ve son kez olacagını bilerek sarılmıştım ona. Beni yanıltmadığı, doktorların diplomasını yakacak kadar güclü ve cesur o hamleyi yaptıgı icin gurur duydugum bile söylenebilirdi. Camların ardına, kapının oraya bakan gözlerim endişeyle örtüldü ve kısık bir nefes alarak yere çöktüm. Devrilen bedenimi taşıyacak gücümün kalmadığını hissederek zemine oturdugumda, soğuk bir rüzgar esti sanki. Küçücük kafesin içinde uğursuz bir mırıltı yayıldı. Ardından eski kitap kokusu doldu burnuma. Rüzgâr, elle tutulur bir hale geldi ve bir gürültü oldu. Masanın üstünde Ada'nın okuması için koyduğum kitap anlamsız bir şekilde, aşağı düşmüş ve tam olarak önümde durmuştu. Açıkta kalan sayfa da gözlerim takılı kaldı. Dikkatimi çeken bir satır beni boşluğa baktırır gibi nefes bile almadan kitaba baktırmış, hipnoz etmişti. "Mademoiselle Albertine gitti."
"Bu sözler, kalbime öyle bir acı saplamıştı ki, bu acıya pek uzun süre dayanamayacağımı hissediyordum. Benim nazarımda bir hiç olduğunu zannettigim şey, aslında bütün hayatım her şeyimdi."
Ada da gitti diye mırıldandım. Ada da gitti ve ben boğazıma yapışan ellerle yaşayamam. Beni onlardan koruyan tek kişi Ada'ydı diye devam ettim fısıltıyla.
Bedenim gücünü kaybederek, zemine eğildi. Bende savaşmayı bıraktım ve uyum sağladım. Başımı soğuk zemine dayadım, bacaklarımı da henüz kendime çekmiştim ki, titreyerek kendime sarılmaktan başka hiç bir şansımın olmadığını gördüm. Gözümden akan bir damla yaşla boyun eğdim ve kendime sarıldım. Bana sarılan o küçük kız çocuğu artık yoktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kurban
RomanceKimsesiz bir kız çocuğuydu, cehennemi avuçlarında saklayan bir adamın toprağı bala çalan gözlerinde can verdi. Bu hikâye onun feryadı, aşkı ama en çok da çaresizliğine yazıldı.