44- Hayat Çizgisi

81 2 1
                                    

Bölüm şarkısı; Redd- Aşık Oldum  Celladıma

Bölümde geçen şarkı;  Redd - Beni Sevdi Benden Çok

Her hikâyenin bir tane asıl kahramanı vardır. Her hikâyenin kalbi bir kişinin göğsünde atar. Yazılan her bir kelimede, dökülen her bir hecede ve vurulan her nokta da bir hayatın cılız solukları bulunur. Kurulan her cümle bir umuttur, sahip oldugu kalbi yeşertir. Bir kalbi besler, bir kalbi avutur satırlar. Alınan her nefes tek kişiyedir, atılan her adım onu takip etmek için yol alır. Aşılan her yol onun hikayesine ekilen tohum olur. Her gözyaşı onun içindir, her kahkaha o gülsün diyedir ve yaşanılan her anı onun zihninde büyüsün, saklansın ve o sizi içinde yaşatsın diyedir. Okumakta olduğunuz hikaye kimin hikayesi bilmiyorum. Benim hikayem olmadığından eminim ama kimin hikayesine hizmet ediyorum o konuda da hiçbir fikrim yok. Kendi hikayesinde bile kahraman olamayan benim gibi sefil bir adam, birilerine hizmet edecekse bile bu sevdiğim kadın olsun isterdim. Kahraman olmakta gözüm yoktu, tek istediğim onun yanında var olabilmekti. Kendime onun bir adım ötesinde bir hayat bulamıyordum ama onda bulduğum hayatı da şimdi benden alıyorlardı. Benden çalınan hayat sadece bana dokunuyor olsaydı şikayetim yine olmazdı ama ben ona dair her şeyi unutacakken o bana dair her şeyle yasamak zorunda kalacaktı. Belki sonsuza kadar, belki sonuna kadar. Ben ikisini de göremeyecektim. Ben onu toprağa koymaya alışıktım, o bile toprakla bir bütün hâline gelmiş kendine bu hayatta bir yer bulabilmişti ancak beni toprağa koyan o olursa bundan sağ çıkan hiç kimse olmazdı. Benim ölümüm bir son değil, onun cehennemime atılan kıvılcım olurdu. Onun içine düşeceği yangını büyüten alev olurdu. Küllerini boğazından aşağı gönderip içe içe göğsüne izmaritten bir mezar dikerdi. Kendini zehirleyerek öldürürdü benden sonra, astımını katlederdi. Bir intihara kurban, bir cinayete maktul olurdu. Ben Ufuk Akça'nın köpeği olarak onu incitiyordum ama bir kuşu bile incitmeyen o kız kendisinin katili olarak yazardı son kelimelerini benden sonra. Bu yüzden benden sonra diye bir tabir olmamalıydı işte. Bu yüzden bazı yüzleşmeler yapılmamalı, bazı vedalar edilmemeliydi. Bunun çok acımasızca olduğunu biliyordum ama ben gittikten sonra o kendine acımasın diye benim de ona acımamam gerekliydi. Kendime bile acımıyorken, ona neden acıyacaktım ki zaten? O alışıktı benim gaddarlıgıma, soğuk kalbime. Tutarsız hareketlerime ve bakarken bile görmeyen gözlerime. Şimdi içimde hiçbir şey yok işte.. Acı hissetmiyorum, korku duymuyorum. Mutlu değilim ama mutsuz bile değilim. Hicbir şey hissetmiyorum. Üzüldüm mü diye merak ediyorsunuz biliyorum. Içinizde bana hala inancı olanlar var, bu adam sahip olduğu her şeyi kaybedecek. Usul usul çarptığı dalgalarıyla kıyısında dinlendiği Adasını kaybedecek. İçi acıyla kavruluyor diye düşünüyorsunuz. Eğer içiniz de hala beni düşünen masum kalpler olmasaydı, bu hikaye bugün hala yazılıyor olmazdı. Bu hikâyenin kahramanı olmasam da, kahramanının kahramanı oldum. Süper kahramanların asla ölmeyecegine ya da yenilmeyecegine inananlar varsa beni dinlemeyi bırakmalısınız çünkü bu hikaye de mucizenin yeri yok. Bu hikâyede süper kahramanlar bile ölür, küçük kız çocuklarını bile solduran, kalpleri kurutan bir hikaye de mutlu son olur mu hiç? Sonlar bile kaybın işareti değil mi sanki? Bir yerde son varsa orada mutluluk yoktur. Bu yüzden açık olalım. Haklısınız, kaybedeceğim. Bugün dünyayı kaybedeceğim ama benim dünyam ellerimden bir çift yeşil göz silindiği zaman kayacak. Daha zamanı değil, daha zamanı var ama benim beklemeye vaktim yok. Benim beynimde bir şeyler kırılmaya başladı bile. Bundan sonra her şey ince bir telin üstünde. Bugün gördüğüm yeşillikte koşarken, yarın yolunu kaybedeceğim. Bugün tuttuğum elleri yarın belki hiç bulamayacağım ama en fenası aramayacağım bile. Ona koşmayan bacaklarım, onu mutsuz edecek. Bakmayan gözlerim boğazına zehirli bir bal gibi yayılacak. Tatlılığı ile bilinen bal acı bir hisle düşecek damağından. İsmi bile çıkacak hafızamdan, o artık bir Ada olmayacak. Bora'nin dinlendiği huzur bulduğu sakinledigi Ada'sı olmayacak. Dalgalarım onu içine alıp yutacak, ona kimsesizligi yeniden öğretecek. Çaresizliği ezberletecek, yok oluşları gösterecek. Aşkın, yani gerçekten aşkın kayıp bir kopyasını bırakacak avuçlarına. Hatırladığı her şey ona acı olacak ve o sevginin bile acıttıgı gerçeğiyle çarpışacak. Onu bugüne kadar onu sevmeme ihtimalimle eğittim, onu değersizleştirdim kendi içimde hatta onun da kendini değersizlestirmesini sağladım ama her şeyin hiçlikten daha iyi olduğunu savunan küçüğüm hiçliği yaşadığında değersiz olmak için yalvaracak. Sadece değersiz olmak için, ona öyle ya da böyle bir şeyler hissedeyim isteyecek. Yok saymadan canını yakmam için karşımda yine ve yine küçülecek ve bu sefer ben o adam olamayacağım. Ben bu defa onun karşımda acizce çırpınışlarını bile anlamlandıramayacak kadar uzağa düşeceğim ve o gün gerçekten aşkın acıttıgı bir gün olacak.
Aşk acıtır sevgilim, diyordu onunla izlediğimiz bir filmde. Acı da hissedilmeyi talep eder. Onun zoruyla izlediğimiz romantizm şöleni fimlerden birinde boş gözlerle de olsa baktigim filmdeki bu replik benim gözlerimi ekrandan alıp Ada'ya çevirmeme sebep oldu. Sıkılı yumrukları ve dolu gözleriyle ekrana bakarken benimkiler bileklerine kaydı.
Bir çizik, iki çizik, üç çizik.
Aşk hastalıklı bir duygu, en masumu bile can yakarken bizimki zehir kıvamında desek yanlış olmaz. Her şeyin fazlası zararken, aşkın fazlası ihtihar sayılabilir. Ada'nın sürekli olarak düştüğü bir kuyuya acı bir zehir doldurarak yaşamaya çalışmasını ummaktan ibaretti benim sevgim. Belki de zararlı olan bendim en başından, acı olan bendim. Uzak durulması gereken aşk değildir belki de, beni sevmekti. Ben kendime her ne kadar masallardan beyaz atlı prens rolü çizsem de asıl olan hep başkaydı. Beyaz at bile olabilirdim belki ama prensese kavuşan prens olamazdım. Küçük bir kız çocuğunu annesiz bırakan, kendi kardeşinin katili olan bir günahkârdım. Öldürdüğüm masumun ailesine anne baba diyebilmek bile hakkım değildi ama diyordum. Sofralarına oturuyor, çatılarının altında yaşıyordum. Acılı bir anne babaya, acı veren o kişiydim ve bu da benim hikayem değildi. Her masalın sonunda kötüler layıgını bulurdu. Ben belki zehirli bir elma olabilirdim, bir canavar, prensesi uyutan küçük bir iğne ama o kadardı. Ben yok olmaya mahkûm neyse oydum ama bu hikâyede prenses de benimle yok olmak isteyecek kadar masum küçük bir kız çocuğuydu. Benim prensesim mutlu sonlara hasret ama mutsuz sona koşarak yürüyen korkusuz bir çocuktu. O canavardan kaçan değil, canavarın elini tutandı. O sıcak bir yuvaya değil, acı bir hayale tutunan bir kimsesizdi. O bir prenses değil, kaybolmuş bir çirkin ördek yavrusuydu. O elini tuttuğu canavardan başka kimseyi kendine yaklaştırmayan mutsuz bir hayattı.
O ışıkları sönmüş, ıssız bir Ada'ydı.
Bense hırçın ve kavgacı bir Bora'ydım.
Dalgalarımın arasında kaybolmaya mahkumdu, tıpkı benim de onu içine çekerek sarılmaktan başka çarem olmadığı için ona kaybetmeye mahkum oluşum gibi.

Kurban Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin