Beste
Jet havalandıktan sonra yatak odasına geçtim ve ağlamaya orada devam ettim. Yastığa sarıldım. Hıçkırıklarım odada yankılanıyordu. Abimi, Arda’yı arkamda bırakmak hayatımda yaptığım en iç parçalayıcı şeydi. Şimdiden burnumda tütüyorlardı. Buna nasıl alışabilirdim. Buna nasıl dayanabilirdim. Onlarsız bunu nasıl atlatabilirdim? Hiçbir şekilde bitmeyecekti bu işkence. Hiç dinmeyecekti acım. Bilmediğim bir yere doğru uçuyordum. Tanımadığım bir ülkeye, ailemden –abimden- ve sevdiğim, delicesine âşık olduğum adamdan uzak yabancı ve soğuk yere uçuyordum.
Kapı açıldı ve hostes kız yanıma geldi. “Beste Hanım, sofranız hazır. Eğer…”
“Defol başımdan! Bir şey yemeyeceğim. Hiçbir şey yiyecek durumda değilim. Sadece…” hıçkırdım. “Beni rahat bırak. Lütfen!”
“İnişe geçtiğimizde haber veririm.” Dedi ve kapıyı da arkasından kapatıp çıktı. Bende cebimden abimin bana verdiği kutuyu çıkardım ve içindeki pırlanta çiçek küpelere baktım. Çok güzeldi. Ayağa kalkıp küçük banyoya girdim. Küpeleri kulağıma taktım. Şişmiş yüzüme baktım. Beyaz tenli olmamın tek eksisi buydu işte. Ağladığım zamanlarda anında bu kadar çok berbat görünmemi sağlamasıydı. Dudaklar şiş ve kırmızı olmuştu. Burnumun ucu ve gözlerim. Tam bir muammaydım. İğrençtim. Yalnızdım. Berbattım. Yalnızdım. Kötüydüm. Yalnızdım. Ölüyordum. Yine yalnızdım. Hep yalnız olacaktım. Hayatım hep artık bu şekilde geçecekti. Belki abim hayatını düzene sokacaktı. Belki Arda bir gün aşkı tadacak ve evlenecekti. Yasin duvara çok fena toslayacak ve o da âşık olup evlenecekti. Hepsi birlikte en kötü günlerini atlatacaklardı ama ben… Ben beni istemeyen iki insanla, belki de dilini bile bilmediğim ülkede tek başıma çabalamak için didinip duracaktım. Onlarla belki de konuşamayacaktım bile.
İç çekip yüzümü yıkadım. Sonrada odaya döndüm ve yüz üstü yatıp ağlamama devam ettim. Bekle beni Almanya içinde kendimi kaybetmeye geliyorum. Seninle hayatıma son veriyorum. Kalbim mi o tamamen İstanbul’da kaldı. Ruhum mu, kesinlikle Arda’da. Sana boş bir beden getiriyorum Almanya. Umutları sönmüş. Hayatı kararmış, ruhsuz ve kalbi olmayan boş bir beden. Gözyaşlarımı sana gelmeden önce tüketeceğim inan bana. Sana tamamen kurumuş bir gözleri olan bedeni getireceğim. Onu al ve istediğini yap. Tamamen senindir artık!*****
“Beste Hanım? Uyanın. Yarım saatlik yol kaldı ve koltuğunuza oturup kemerinizi bağlamanız gerekiyor.” Ona bozuk görüşümle baktım. Kirpiklerim hala nemliydi. Ayağa kalktım ve yatak odasından çıkıp koltuğuma geçtim. Kemerimi bağladım.
Yarım saat sonra bavullarımı alan adamların peşine takıldım. Bir kolumda çantam bir omzumda da laptopum asılıydı. Onların adımlarına yetişmek için neredeyse koşuyordum. Adamlar bir doksandan uzun oldukları kesindi. Sarılardı. Hem de çok sarı. Havaalanının otoparkına geldiğimizde zenci bir adam bana baktı.
“Bayan Bulut?” Hah. Burada böyleydi değil mi? asla isimle hitap edilmezdi.
“Evet.” dedim. Babam adamın Türkçe bildiğini söylemişti. Adam kapımı açıp limuzine binmem için yardım etti. Bu limuzin bizim limuzinden daha büyüktü. Sanki çokta gerekliydi! Zenci adam diğer adamların bavullarımı bagaja yüklemelerini beklerken adama seslendim ve bana döndü. “Telefonunu kullanabilir miyim?” adam başıyla onaylayıp telefonunu uzattı. Hızla ilk Arda’nın numarasını tuşladım. Uzun uzun çaldıktan sonra açıldı.
“Ne?” Vay canına!
“Arda, sen sarhoş musun?”
“Beste? Sen misin?” arkasından bir gürültü koptu ve herkes bir şeyler söylemeye başladı. Tüh, keşke ilk abimi arasaydım. Tabiki de birliktelerdi. “Bekle herkes hoparlöre almamı istiyor.” Birkaç saniye sonra sesler daha iyi gelmeye başladı. “Tamamdır.”
“Ben abimi aramaya cesaret edemedim.” Dedim. Abimin kırılmasını istemediğim için söylemiştim bunu. “Ben yani biz, şey… şuanda havaalanının otoparkındayız.”
“Abin burada değil.” dedi Arda. Cidden dilini eşek arısı sokmuş gibi söylüyordu kelimeleri.
“BESTE!” diye bağıran Naz’dı. “Orası nasıl?”
“Ciddi misin, Naz? Şuanda bir zenci ve iki Almandan başka bir şey görmüyorum.”
“Zenci mi?” diye sordu.
“Naz, evet zenci ve Bayan Bulut diyor bana. Çok tuhaf değil mi? ayrıca Türkçe biliyor ve şuanda bana sırıtarak bakıyor.” Adam kafasını iki yana sallayıp bakışını adamlara çevirdi. Sonra bana tekrar döndü.
“Bayan Bulut, siz istediğiniz gibi konuşun. Ama benim arabayı sürmem gerekiyor.” Dedi ve kapıyı kapatıp şoför koltuğuna doğru yürüdü.
“Vay canına! Türkçeyi gerçekten biliyormuş.” Dedi Naz.
“Naz, aradan çıkar mısın? Hem ayrıca Arda sen neden bu kadar sarhoşsun?”
Arkadan Sevda’nın kahkahası geldi. “Tatlım, bunu bizde bilmiyoruz ama yere düşüp dudağını patlattığında Emre onun çok komik göründüğünü söyledi.”
İçim acımıştı. Benim yüzümden içmişti ve benim yüzümden dudağı patlamıştı. “Üzgünüm.” Dedim fısıldayarak. Cümlemle bir gürültü koptu ve sesler uzaklaştı sonra da tamamen etraf sessizleşti.
“Beste, yukarıya çıktım.” Dedi Arda. “Üzgün olmanı gerektirecek bir şey değil. Üzülme, lütfen.”
“Dudağın ne durumda?” diye sordum. Bana mesajımı hatırlatmadığı için memnundum. “Umarım büyük bir yara değildir.”
Güldü. “Hissetmiyorum. Hatta dilimi hiç hissetmiyorum.”
“Ne kadar içtin?”
Bir nefes. “Sayamadığım kadar çok.” Dedi ama sesi o kadar tatlıydı ki o anda yanında olmayı o kadar çok istedim ki ama bu imkânsızdı. “Hey, mesajını okudum.” Dediğinde birden nefesimi tuttum. Kesinlikle bana kızacaktı. Bitirdiğini söyleyecekti ki bu şuanki durumumuz göze alındığında biraz saçma olurdu. “Bana söylemeliydin, Beste! bunu en başta söylemeliydin. Neden söylemedin?”
“Bunun açıklamasını da yaptığımı sanıyordum.”
Güldü. “Doğru.” Derken o sarhoş halini görmek isterdim. Birden bir gürültü koptu ve Arda peşinden küfür etti.
“İyi misin?”
“Hayır!” dedi bağırarak. “Sanırım abimin dediği gibi viski yerine kahve içmeliydim.”
“Hala içiyor musun?”
“Hayır.” dedi hemen. “Allah’ım bu yatak gerçekten harika!” deyince kahkahamı tutamadım. Bu kadar sarhoş olmak onun için çok ama çok yabancıydı. “Beste, bu kahkahanı duymak gibisi yok. Bir daha hiç duyamayacağımı sanmıştım.”
“Arda. Mesajımdan dolayı bana kızgın değil misin?”
“Kızgın mı?” Eyvah! Sızmak üzereydi. Sesi uykudaymış gibi çıkıyordu. Hayır, henüz değil. Henüz sesine doyamamıştım bile. “Ben…” dedi ve telefonda düzenli bir nefes alış verişi duyulmaya başladı.
“Arda?” evet, ses yoktu. Telefonu kapatıp abimin numarasını girdim. Umarım o da sarhoş olacak ve benimle konuşurken sızacak kadar içmemiştir. Uzun uzun çaldıktan sonra şükür telefon açıldı.
“Evet?”
Hah, sesi normaldi. “Abi?” bir küfür ve bir küfür daha.
“İyi misin?”
“Evet. Şuan Köln’e doğru gidiyoruz. Sanırım. Nerede olduğumuzu bilmiyorum. Sen iyi misin?”
“Evet, Tolgalardan birkaç dakika önce çıktım. Eve gidiyorum. Arda ile biraz Tolga’yı deliye çevirmiştik. O ikimizle bir uğraşmasın diye ben eve gitmeyi tercih ettim. Hem sen beni düşünme ufaklık.”
“Küpeler çok güzel. Hiç çıkarmayacağımdan emin olabilirsin.” demek ki daha yazdığım notu okumamıştı. “Abi kapatmam lazım. Seni seviyorum. Eve geçip yerleşince
WhatsApp’dan sana yazarım.”
“Tamam. Kendine dikkat et!” dedi ve kapattı. Limuzinin bana dönük olan koltuğuna geçip aradaki pencereyi tıkladım ve açıldı. Adam dikiz aynasından bana baktı. Telefonu uzattım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Aramızda Kalsın! (Büyük Sırlar Serisi I)
RomanceSevmek ve sevilmek hiç bu kadar zor olmamıştı. Ihanet ettiğini düşünmek ve açıklama yapma dürtüsü en büyük korkuydu. Peki bir ilişkide tek taraflı cesaret ve caba yeterli miydi? Insan bazen anlayamaz kaybetmeden sevdiğini... Özellikle en yakın arka...