24. Bölüm - Aşk Dediğin!

4.1K 477 35
                                    

Anneannemin yanında geçirdiğim tam üç ay sonrası, döndüğüm şehrim İstanbul'da tekrar Uğur ile ve yaşattıkları ile yüzleşmeye hazırdım. Asla biz diye bir şeyin olmasının mümkün olmadığı gerçeği bir bıçak kadar keskin şekilde karşımdaydı artık. Ne onun fena mavi bakışları ne kendine has göz kırpışı ne de küçük imalarla benimle ilgilenme çabaları... Hiçbirine inanacak değildim. Kabullenmiştim ki Uğur iflah olmaz bir hastaydı. Belki çocukluğuna dair anlattıkları da birer yalandı ve ben ona inanarak geçirdiğim o haftalarda belki de hayatında geçmişini anlattığı ilk kişiyim diye kendimi hep özel sanmıştım. Beni onda özel yapan tek şey, henüz benimle yatmamış olmasıydı; hepsi de bu kadardı. İkinci sınıfın ilk günü, yeniden sığındığım beyazın rahatlatıcı kollarındaydım. Kendimce etrafa ve ruhuma iyi olduğumu, yılmadığımı, mutlu olmaktan hiç vazgeçmediğimi fısıldayan beyazın en güzel mevsimlerinden biri olan sonbahar başlangıcında otobüs durağından fakülteye doğru yürürken Gökçe'yi tıpkı sözleştiğimiz gibi ardıç ağacının altında bulmuştum, yanında Cemil ile. Cemil'in sınıfta Uğur ile samimi olmayı becermiş tek erkek olması bile bende çok şey ifade etmemeliydi.

Ona karşı bile içten içe öfke duyduğumu kimseye belli etmemeliydim. Kaldı ki Cemil, sadık ve aşık bir erkekti; bu yaşadıklarımda ise zerre kadar suçu yoktu. Madem Cemil sadık ve aşık bir erkekti, Uğur neden, tek yakın arkadaşı gibi biri değildi? Ya da ben etrafımda, amade olmaya hazır bir sürü erkek arasından neden onu seçmiştim? Ya da ben değil de seçimi yapan neden kalbimdi?

Gökçe'ye sıkı sıkı sarıldım. Yaz boyu anneannemin elma ağaçlarının altındaki sedirinde okuduğum bir sürü kitapla beraber kendi kendime kalmayı başarmış olsam da Gökçe'yi özlemiştim. Gökçe'yi özlemiştim ve belki de o da o günden sonra her aradığında kısacık konuşan ve hep yalandan iyi olduğunu söyleyen arkadaşını özlemişti. Belki de bu okulda sevgimin karşılığını bulabildiğim tek kişiydi Gökçe. Sınıftakilerin köylü muamelesi yapıp dışladıkları, sonra profesyonel notlarla arkadaşlık olayını bir miktar yakınlıkta tutmakta fayda gören çıkarcılara karşılık  bendim Gökçe'yi de beklentisiz seven. Ve Cemil! En son üniversite hazırlık dershanesinde aşık olduğunu sandığı matematik öğretmenini öpmesi ile aşk defterinin kapandığını sanan Gökçe, kendi gibi köylü dedikleri ama sırf Uğur'un ağırlığından ötürü yakın arkadaşı sayıldığından itibar verdikleri Cemil'e, kapattığı defteri açıp aşık olmuştu. Peki ben?  Ben de kapadığım defteri bir sonraki sayfadan açacak mıydım tekrar? Yoksa aynı yerden tekrara mı kalacaktım?

Okulun ilk günü Uğur ortalıkta yoktu. Etrafta yokluğu ile ilgili laflar edildiğini de duyuyordum ama kim bilir feneri kimin koynunda söndürdü diye en baştan kızıyordum ona, kızgınlık bağımlılık yapmıştı adeta ona karşı bende. Adını anmaktan cezalı gibi kendimi men ediyordum ama men edemediğim aklımla kalbimdi. Onlar da bedenime can verdikçe ben her kapıdan girene Uğur mu diye bakacak, nerelerde yine diye düşünüp duracaktım. İflah olmayacaktım. Hep ilk kızgınlığım, savaşan düşman cephe gibi olacak sonra geçen zaman bana ateşkes imzalatacaktı. Son derse girmeden Gökçe'ye bile görünmeden dersten çıktığımda, yüreğim iyice ağırlaşmıştı.

Kurtulamayacaktım bu illetten, hep ona bağımlı kalacaktı bir tarafım.

Kilometrelerce öteye de gitsem, aylarca da görmesem; Uğur fikrimin en laf dinlemez tarafı olacak, aklımı durduracaktı. Adımlarım fakülteden hızla uzaklaşırken gitmek istediğim yer yoktu. Eve gitmek bir türlü geçmek bilmeyen yeni saatler olacaktı. Deniz kenarında oturmak fikrine tutundum o sıra... Anneannemin elma ağacının altı gibi sessiz bir rüzgarla uzun uzun yalnız düşünmeye takılır, güneşin batışını izlerken bir gün daha onsuz geçti diye şükreder, ertesi güne tekrar unutmayı dilerdim. Yapacağım en güzel şey... Belki de Uğur'u uzaktan bile olsa görebilmekti. Tebessümüne şahit olmak, mutlu olurken bana ihtiyaç duymadığını anlayıp hırslanıp simsiyah bir kalem çekerdim üzerine. Adımlarımı onun yaşadığı semte ulaşımı sağlayan minibüs güzergahına çevrildiğinde daha görmeden gözlerim mavi enginlerin hayaline düştü. Heyecanım başka bir anlam kazanırken yaptığımı sorgulamadım bile bir kez. Uzaktan görmek bir şeyleri değiştirmem için lazımdı. Uğur'u aylar sonra değişmemiş bulmak, hiç değişmeyecek olduğuna inanmak istiyordum. Ya da istediğim bunların hiçbiri değildi.

Uzaktan onu seyrettiğimi görecek, üzerinde o hep giydiği bisiklet yakalı tişörtü ile bana meşhur göz kırpışını yapacak, yanıma yaklaşırken dudaklarının arasından karizmatik bir tonda; "Oo, Azra Hanımlar gelmiş..." diyecekti. Sonra hemen önümde durup bugün bile bile toplamadığım saçlarımı uzun parmakları ile kulağımın arkasında toplayacaktı. Bunların hepsini yapacaktı. Yapmak zorundaydı! Derin bir nefes bırakmak isterken ağzımın içi doldu o nefesle ve başımı iki yana sallarken öfkeli bir "Hayır!" dedim ve o bırakmak istediğim nefesim firar etti ağzımın içinden. Minibüse henüz bindiğim, kendime bulduğum en arka koltuğun köşesindeki yerde kendi kendime konuştuğum ayrıntısı, üzerime çevrilen bakışlarla karşılık bulduğunda Uğur'u düşünmemek için kendime bir on beş dakika zaman verdim. Bu zamana, akıl sağlığım ve insanların benim akıl sağlığım için düşünecekleri konusunda kesin kez ihtiyacım vardı.

***

Minibüs Uğur'un çalıştığı tamirhanenin bir alt sokağından geçtiğinden, o sokaktan yukarı doğru inadına giydiğim topuklu ayakkabılarımın düzgün döşenmemiş kaldırım taşları sebebiyle ayağımı mahvetmiş olması bile bana bir işaretti. Ben topuklu ayakkabı giymemeliydim. Giymemeli, Uğur'u dinlemeliydim... O sapık herifi neden dinleyecektim ki? Neyimdi o benim? Ya da neyim olacaktı? Sahiden bana ait terimlerden birinde olacak mıydı bir gün Uğur?

Tamirhanenin az ilerisinden, yürümeye devam ettiğim anda gördüm, kaportacı Çetin'in dükkanının önünde polis arabası vardı. Beyaz aracın üzerine çekilen mavi şeritlerinin arasına yazılmış POLİS yazısına gereğinden uzun bakınarak yürümeye devam ettim. Öyle çok yaklaşmıştım ki dükkana, uzaktan izlemek namına söylediklerimin hepsi aklımdan uçup gitmişti.

Nereye kadar yürüyeceğimin o dükkana ne kadar yakınlaşacağımın hesabı da yoktu düşüncelerimin arasında, ta ki Uğur'u iki eli kelepçeli bir halde bir polisin kolundan tutarak dükkanın kapısından çıkardığı ana kadar. Uğur'un elleri kelepçeli olsa hangi suçtan olurdu, o an bunu düşünecek kadar salih değildim ve hiç tereddüt etmeden fırladım olduğum yerden. Ayakkabılarım artık rahatsız değil, Uğur'a olan kızgınlığım ve gururum umurum değildi.

Koşup bir polisin yanında elleri kelepçeli yola düşmüş bir zanlının karşısına: "Uğur?" diye haykırarak çıkmış, gözlerim dolu dolu onun şaşkın bakışları karşısında:

"Nereye götürüyorlar seni? "diye sormuştum.

Uğur'un şaşkın bakışları, yanındaki polis memurunun " İzin verin bayan? "sözüne rağmen, bir kez bile üzerimden ayrılmadı. İzin vermedim... Sımsıkı tuttuğum kelepçeli bileğini kendime doğru çekip:

" Suçum yok, de! " diye haykırdım. Artık gözlerime birikmiş olan yaşlar yanaklarımda, sürekli içimde tutmak için çırpındığım sesim sokaktaydı.

" Müsaade edin hanımefendi."

Onların hemen arkasından gelen diğer polis memurunun kolumdan tutup beni Uğur'un önünden çekmeye çalıştığı o an, Uğur gözlerimin içine kadar bakarken belki biraz mahcup ama hepsinden öte kendini anlatabilme derdinde:

" Suçum yok! "dedi.

***



YAS SÜRGÜNÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin