"Yaratılışı değilse de, yok oluşu gördüm."
Bejan Matur.
ASUDE :
Şu dünya hengamesinde insan olarak en temel ihtiyacımızdı yalnızlık. Anılar, acılar ve birgün bozulmayı bekleyen mutluluklarımızı biriktiriyorduk ve yalnızlık içi dolu benliğimizi yeniden hayata hazırlamak için tek şansımızdı. İnsanlar varlıkları ile bu temel ihtiyacı siz isteyin ya da istemeyin işgal ediyorlar, bir faydalarının dokunması koşulunu göz ardı ediyorlardı. Onlar vardı, yok sayamazdınız. Bir dağda, bir mağarada, bir kuytuda bekleyerek kurtulamazdınız onlardan. Çünkü saklanmak mümkün değildi, bulurlardı sizi. Bedende sabitlik, fikirde sükuneti öldürüyordu. Bundan ancak kaçarak bir yolda durmadan yürüyerek kurtulabilirdiniz. Bu da yollara düşmekle mümkündü ve Arslan, kolumdan tutup beni kendisi ile birlikte yollara sürmüştü. Zamansız zamanlardan geçiyorduk. Kimsesiz mekanlarda iz sürüyor, kendimizi arıyorduk. İnsanlardan uzakta olmak ömrümüzü öylesine uzatmıştı ki, hiç ölmeyeceğimizi sanmış, ölümü unutmuştuk.
Onun dizlerinde, göğsünde uyumak yeni doğan bebek huzuruydu. Fakat o öylesine tedirgindi ki, belki ömründe bu kadar diken üstünde yaşamamıştı. Bizden başka bir canlının, hele iki ayaklıların etrafımızda olduklarını sezdiği vakit atına atlayıp onları oldukları yerde yakalıyor, yabancı insanları bizden uzaklara gönderiyordu.
O kadar çok gittik ki, dünya tarlasının sürülmedik toprağını bırakmadık. Ektiğimiz kimi tarlalar kan gölü, kimi tarlalar başak denizi olmuş; içimizin toprağı kanla sulanmıştı. Yorgunduk. Kaybolamayan insanlar kadar yorgun. Kaybolmanın ne demek olduğunu ilk defa öğreniyordum. Arslan'ın bir kartal kadar iyi bildiği dağlar, tepeler o kadar uzakta kalmıştı ki; attığımız her adımda yarılmayan toprağa bereket duaları okuyor, avuclarımızı toprağa, toprağı yüzümüze sürüyorduk. Ve bu durum onu yeni hazların kucağına bırakmış, gözlerini hakiki özgürlüğün buğusu kaplamıştı.
Aramızda dolaşmaya başlayan Umut, bize yaşıyor olduğumuzu defalarca hatırlatıyor, var olmanın hakkını minik bacakları ile koşturarak veriyordu. Bu küçük hayvanın hayatta göreceği, tanık olacağı o kadar çok şey, o kadar büyük acılar vardı ki, bunu bizden önce tanrı biliyordu. Umut ile Arslan arasında kesintisiz bir bağ olmasının sebebi belki de ismiydi. Hayatında bir kez olsun umut etmeden, dilemeden, istemeden, kendi pençeleri ile yaşama tutunan birisi bu kelimenin anlamını yeni kavrıyordu. Onun beyaz tüylerini özenle tarıyor, ayaklarını yıkıyor, yemeğini yerken aşkla izliyor, bir umudu işte böyle büyütüyordu.
"Bu dünyayı yeneceğiz seninle ! " diyordu, her seferinde.
"Zalimleri gömeceğiz ! " diye öğüt veriyordu.
"Ama en önemlisi... " onları dinleyip dinlemediğimi anlamaya çalışarak bakıyordu gözlerime, düşürüyordu sesini "ona yaklaşanın nefesini keseceğiz."
Umud'un ayakları, gittiğimiz yolların hasebinden şişmiş, dinlenmeye meyletmişti. Bulduğu kuytulara sinip kuyruğunu ayağına sıkıştıran hayvancağız gövdesini toprağa sürüyordu. Günün birinde vardığımız bir yol ayrımında yaşadığım hayret ve korkuyu dün gibi hatırlıyorum. Uhrevi bir varlığa gözümün değme ihtimali dahi beni hala heyecanlandırır.
Yolun çatallaştığı, her iki sapağın yeşil ağaçlarla göğe perde çektiği o yerde duran, yeşil cüppeli, beyaz sarıklı, ak sakallı bir adam siyah gözlerini kırpmadan yolumuzu gözleyen bir bekçi edasıyla bizi izliyordu. Adamın bakışlarına takılan Arslan atını yavaşlattığı sıra ak sakallı adam asasını üç kere yere vurdu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EŞKIYA
General FictionGece boyu izledim; Çadıra düşen gölgesini. Peçesini indirişini, Sigarayı yakışını.. Üfleyişini geceye.. Yer yer çadıra dönüp bakışını.. Nefes alıp verişini.. Gözlerinde hiç korku yoktu, deli cesareti okunuyordu yüzünün her köşesinden. Büyük kalabal...