"Uzun bekleyişlerin kalbe yansıyan ihtilalleri olur Molla Kasım. "
OD - İskender Pala
ASUDE:Kışın habercisi hoyrat rüzgar oklarını yurdumuza çevirmişti. Üzerimde cılız bir elbise, ayaklarımda tahta terlikler bütün soğuğu içime davet ediyordu. Yolculuğun bana tek armağanı Çakal'ın sık sık duraklaması ve her handa güzel bir istirahat çekmek istiyor olmasıydı. Korktuğum şey bana yaklaşması ve kızlığımdan faydalanmaya çalışmasıydı fakat öyle olmadı. Geceleri beni bıraktığı odaya sıkıca bağlar, kendisi için ayırdığı yan odada sürekli farklı bir kadınla birlikte olurdu. Kulaklarım kaç farklı ses tonuna aşina oldu, kaç çığlığı birbirinden ayırt edebilecek kıvama geldi siz düşünün. Duyduğum sözler, Çakal'ın kulağımdan silinmeyen haykırışları yüzünden başım yerden kalkmaz olmuştu. Ne zaman yüzüne bakacak olsam çıkardığı o garip hırıltılar beynime doluşup tüylerimi diken diken ediyordu.
Çakal ile Arslan'ı birbirinden ayıran bir sürü mevzu vardı. Fıtratları şems ile kamer kadar ayrı olsa da tabiatları onları eninde sonunda bir yörüngede buluşturuyordu. İşte o nokta güneş tutulması kadar karanlık, cahil zihnin oyunları gibi kıyamet alameti bir telaşı beraberinde getiriyordu.
Çakal da Arslan da sadıktı. Çakal, kör gözlerle etrafındaki yanlış kimselere sadakat gösterirken Arslan'ın tek yoldaşı davasıydı. Her ikisi de bir köprüde karşılaşan keçi kadar inatçıydı. Arslan'ın boynuzları sürekli bilenmiş halde iki ok iken Çakal silahını arkasına saklayacak kadar oyunbazdı. Dobraydı Arslan, dolaylı işleri sevmez önce tokat atar sonra öğüt verirdi. Sanmayın ki bu onu basit birisi yapar, aksine size vurmadan anlayamazsınız ne düşündüğünü. Çakal tam tersi, tokat ne zaman gelecek bilemezdiniz ki hep pusuda olmanız gerekirdi.
Emin olduğum bir şey varsa, ikisinin de derinlerinde yatan, kendilerinin dahi bulup çıkartamadıkları bir merhametleri olduğuydu. Ve ikisinin de bu merhameti elleri arasında parçalayıp atabileceğini adım gibi biliyordum. Belki de ona bir zarar gelmesin diye kendilerinden dahi saklıyorlardı.
İki kardeş, iki ayrı dava...
Peki bu hikayenin Kabil'i kimdi ? Habil'i kim ?
"Sen beni dinlemiyor musun? " dalıp gittiğim düşüncelerden sıyırdı sesi.
"Dinliyorum ! " dedim sıçradığım yerde. Söyledikleri hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
"Seninle işimiz var.." hancıya şarabını yenilemesi için işaret verdi. Önüme attığı siyah peçeyi incelemeye başladım. Siyah, ince tüldü.
"Bu nedir ?"
Gözlerini devirdi. "Yüzüne tak. Bundan sonra benim şahsi esirimsin. Böylece kimse sana yaklaşmaz. "
Bu fikir beni korkutmuştu. Sizin namusunuzu korumak bir peçeye kalmıştı. Annem o eşkıyanın tuzağına, Kubra bir adinin kucağına bu peçeyi takmadığı için mi düşmüştü? Allah'tan korkmayan bu yüreksiz adamlar bu tül parçasından mı korkacaktı ?
"Ne bakıyorsun öyle? Tak şunu da sahipsiz sanmasınlar.. " bunu söylerken dalga geçtiği belli olsun diye koca ağzıyla gülümsüyordu, aynı abisi demekten kendimi alamadım. Tabiatları benzese de fıtraten ne kadar başka olduklarını size söylemiştim. Örneğin karşımda alay eden kişi Arslan olsaydı muhtemelen şöyle söylerdi.
"Seni özel esirim ilan ediyorum! En özelim olma şansına eriştin. Tebrikler! Hadi yine iyisin, kalacak yer masrafın da olmayacak. Al şu parayı, annenlere söyleme. Biliyorum, ben harikayım. "
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EŞKIYA
Ficção GeralGece boyu izledim; Çadıra düşen gölgesini. Peçesini indirişini, Sigarayı yakışını.. Üfleyişini geceye.. Yer yer çadıra dönüp bakışını.. Nefes alıp verişini.. Gözlerinde hiç korku yoktu, deli cesareti okunuyordu yüzünün her köşesinden. Büyük kalabal...