"Bir yerde okumuştum, Mösyö Boustouler, tepenize çığ düştüğünde, bütün o karın altında yatarken neresi aşağısı neresi yukarı anlayamaz oluyormuşsunuz. Karı iteleyip kurtulmak istiyor ama yanlış yönü seçip kendinizi daha da derine, kendi mezarınıza gömüyormuşsunuz. İşte kendimi aynen böyle hissediyordum, yönünü şaşırmış, arafta kalmış, pusulamdan olmuştum."Khaled Hosseini - Ve Dağlar Yankılandı.
Asude:
Göz bebeklerinde tutuşan kibrit bir şimşeği andırıyordu. Gürültüsü çok önceleri kopan. Avuçları arasından kaybolan ateş yüzünü karanlığa bıraksa da parıldayan gözleri sönen ateşi utandırmıştı. Kibritin usul usul dağılan dumanı yüzünü yalayarak yok olurken onun yerini sigaranın dumanı aldı.
Geçmiyordu ya nice şey, geçmiş olsa bile. İşte biz iki ademoğlu, bir zamanların esiri şimdinin efendisi, efendisi bir zamanların şimdinin esiri. İşte biz böyle kırgın, kırılmış ve kırıkları ile açacak bir yara arayan iki insan! Hangimizin silahı daha keskindi? Bunun cevabı o silahı sapladığımız vakit tebliğ olacaktı. Ve bu, tarihteki en kanlı tebliğ olabilirdi. Nitekim; tanrı en iyi yıkan ve en iyi onarandı şüphesiz. Önce tebliğ ardından bir yıkım izlerdi onu. Kelimeyi kana bulamazdı tanrı. Oysa biz çoktan akmış olan kanımızda sözü boğacaktık. Bu, kaleme merhametse de kağıda ihanetti. Arslan'a sorsalar, merhamet başlı başına cinayetti.
Arslan, parmakları arasındaki kibriti kızıllaşan alevi ile savurdu. Ardına fırlattı. Pencereye yasladığı ellerinden destek alarak içeriye atladı. Gerilemiş, ürkmüştüm. Yumruklarım öyle sıkıydı ki bunu ancak ayalarımın sızlamasıyla hissedebildim. Gözlerim kapalı, bana attığı her adımı heybetinin sıcaklığından ve burnuma varan sigara kokusundan anlıyordum. Başımı usulca omzuma yatırdığımda, bir ayvacık tüyü uzaklıkta olduğunu biliyordum.
Ağzından dökülmeyen her kelime beni dağlıyordu. Suskunluğu, silahını boynuma dayamakla eşdeğerdi. Ve bana inanın, onun bıçağı daha keskindi. Gözlerimi açtım, ayak uçları ayak uçlarımda, bana aşılması gereken duvardan ziyade bitmek üzere olan bir yol gibi bakıyordu. Çattığı kaşlarının arasındaki iki çizgiyi izleyen gözlerim dudaklarına indi. Konuşmaya hazır değil, söyleyecekleri yeni bitmiş bir insanın dudaklarıydı bunlar. Kim bilir, neler söylemişti bu dudaklar yokluğumda da yetişememiştim cümlenin sonuna. Geç kalmıştım, haddinden fazla acele ederken. Yanlış yola sapmış, yanlış handa konaklamış, yanmış bir tarhana yudumlamış, yanlış dudakların sözlerine kulak kesilmiştim bunca zaman. Arslan, bir yanlışı düzeltebilirdi ama bu benim yanlışım olmasaydı eğer. Benim teferruatlarım onun için yok edilesi birer ayrıntıydı. Bir sarmaşığın, evin en güneş alan odasının penceresine uzanan kolları gibi.
Konuşmasını, dudaklarının yeni bir paragrafa açılmasını bekledim. Ne kadar müddet diye soracak olursanız bunu ayırt edemem. Ev halkını işkillendirmeyecek kadar kısa, beni yaşlandıracak kadar uzun... Ömrümden ne kadar çalındıysa orada o kadar beklemiştik.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EŞKIYA
General FictionGece boyu izledim; Çadıra düşen gölgesini. Peçesini indirişini, Sigarayı yakışını.. Üfleyişini geceye.. Yer yer çadıra dönüp bakışını.. Nefes alıp verişini.. Gözlerinde hiç korku yoktu, deli cesareti okunuyordu yüzünün her köşesinden. Büyük kalabal...