"Evden uzak yollarda, karanlık bastırınca, soğuk dondurunca,
iki insan sarılınca tabii ki aklıma sen geleceksin."Emrah Serbes.
Asude :
Yollarda ilerlediğimiz üç gün üç gece boyunca kah Hatice'nin bohçasındaki azıklarla besleniyor, kah Arslan'ın avladığı tavşanları yiyorduk. Tavşan eti damağımda sert ama şekerli bir tat bıraktığı için oldum olası sevemedim, yine de bu mecburi seyahatte insanın pek de seçim şansı olmuyordu doğrusu. Seçim şansım olacak olsa, en başta bu yolculuğa çıkmamayı seçerdim öyle değil mi? Fakat gelin görün ki hayat seçim şansını elinizden bir kere almaya görsün, bu enfes oyunu sonuna kadar sürdürüyor. Üç gün boyunca Arslan'la tek kelime etmedim, o da pek hevesli değildi benimle konuşmaya ama benden daha çok tiksintiyle baktığı biri daha vardı aramızda. Onunla kurduğu dolaylı muhabbetlerde beni aracı seçiyordu, benim de ona yüz vermiyor oluşum bu üçlü arasındaki iletişimi bir paradoks haline getirdi. En sonunda hepimizin canına yettiği o kurak iklimde güneş tepemizden vuruyor, üçümüzün de tahammülünü azaltıyordu.
"O aptal kevaşe, başıma kalınca benden kurtulacağını mı sandın?" diye sordu Arslan, susuzluk hepimizin sinirlerini germişti ve o da sataşacak yer arıyordu. Sesimi çıkarmadım. "Vicdanın rahat mı?" diye yineledi, ona da cevap vermedim. Dilim damağıma yapışmışken bir de onunla uğraşmak istemiyordum. Hatice, arkamızdan yavaş yavaş geliyordu. Dönüp ona baktığım sıra altımızda hızlanan at az kalsın düşmeme neden oluyordu. Büyük bir çeviklikle sarıldım Arslan'ın beline. "Konuşacak mısın?" diye bağırdı, tek bağıran o değildi, bize yetişmeye çalışan kız da arkamızdan sesini duyurmaya çalışıyordu.
"İleride uçurum var, oraya kadar konuşsan iyi edersin." daha da sıkı kenetlendi ellerim, omzunun üzerinden baktığım noktada altımızdaki toprak yolun keskin bitişini gördüm. Bu ahmakça oyuna kanmayacaktım, hele ki işi iddiaya bindirmesi beni de inatlaştırıyordu. "Peki, sen bilirsin. Biraz sonra uçurum kenarına geleceğiz ve at korkuyla kenara kayıp şahlanacak. Şansın varsa tutunacak bir dal bulursun." son sürat gidiyorduk, gözlerimi kapatıp bunun bir rüya olmasını istedim, adrenalin seviyem yükseliyordu ve harcadığım her saniye aleyhimeydi. Bir yanım bunu yapabileceğine inanmazken diğer yanım bu çocukta Çerkez inadı var diye uyarıyordu.
"Tamam! Tamam dur!" atın aniden durarak sola kıvrıldığını hissettim, düşmemek için çaba harcamıştık, gözlerimi açtığımda toz toprak etrafımızı sarmış, göz gözü görmüyordu.
"Zamanlama manidar..." dedi, sesinden gülümsediğini anlayabildim. Ne demek istediğini ise toz duman çekilince anlayacaktım, uçurumun iki adım gerisinde duruyorduk. Aşağı bakmaya kalkışmam kollarım arasındaki bedeni korkuyla sıkıca kucaklamama neden oldu.
"Ne yapıyorsunuz Allah aşkına?" Hatice, epey geride durmuş sorgular bakışlar atıyordu ikimize. Kollarımı ışık hızıyla ayırıp arkaya doğru kaydım. Arslan, cevap vermeden bir süre atının yelelerini okşadı, hayvanın sakinleşmesini bekledi.
"At huysuzlandı." dedim. Tekrar aynı dinginlikle yola koyulduk, Hatice gerimizde duruyor, işin aslı Arslan'dan çekiniyordu. Öylece bir kaç saat daha ilerledik, kızıl topraklar sarmıştı etrafımızı, yeşillik adına tek bir ot göremez olduk varsa yoksa sarı-kızıl kayalıklar. Son suyumuzu da yarım saat önce içip bitirdik. Sarp, inişli çıkışlı devasa bir kayanın altından geçtiğimiz sırada ilerden tozu dumana katarak iki atlı gelerek önümüzü kesti. Ellerindeki tüfekleri büyük pervasızlıkla üzerimize doğrulttular.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EŞKIYA
General FictionGece boyu izledim; Çadıra düşen gölgesini. Peçesini indirişini, Sigarayı yakışını.. Üfleyişini geceye.. Yer yer çadıra dönüp bakışını.. Nefes alıp verişini.. Gözlerinde hiç korku yoktu, deli cesareti okunuyordu yüzünün her köşesinden. Büyük kalabal...