"O benim gözlerime
niye öyle,
neden öyle,
hangi öyle,
nasıl öyle bakmıştı ki,
ben sağ elimle kalbimi yoklamıştım."Birhan Keskin.
Asude:
Kızıl göğün örttüğü, toprağın dahi bin bir güçlükle yere tutunduğu bir gündü. Herkes isyanın geleceğini damarlarında hissediyor gibi huysuz, tahammülsüzdü. Konağın mutfağında çalışan kadınlar, suyun tatsızlığından dem vuruyor; bağ bahçeye bakan efendiler baltalarını hunharca savuruyordu. Timur, çalışanlarının bu huysuzluğundan habersizdi. Günlerini, ona kim bilir ne masallar anlatan Demir ile bir odaya kapanmış olarak geçiriyordu. Kör edici merakı yüzünden Arslan'ın hikayesi ona beni, düğünü ve hatta Arslan'ı dahi unutturmuştu.
Hal böyle iken, Ali, konağın içinde dilediğince geziniyor; Yazgülü, konak halkının kulağına fitne fesat fısıldıyordu. Bir köle gibi çalıştırıldıklarına, onları düşünmeyen ağalarının yanında ömür tükettiklerine inananlar ipin ucunu kaçırmıştı. Yemeklere katılan aşırı tuz, bahçede yıkılan çitler isyanın bayraklarıydı. Fakat hiçbiri, Timur'un dikkatini çekmeye yetmemişti. O, kapalı kapılar ardında bir masal dinlemekle ilgiliydi. Bu daha önce dinlediklerinden oldukça farklı bir hikayeydi. Bu masalın sonunda biri mutlaka ölüyordu. Ve masal, efsaneye dönüşüyordu.
Bu keşmekeşin içinde yıpranıyor, ruhum eskiyor ve eski Asude'yi yitiriyordum. Her geçen gün, Arslan'ın geleceğine dair umutlarım yitiyordu. Ondan bir haber almayalı uzun zaman olmuştu. Yitiyordum. Varlığına tutunduğum her şeyi kaybetmiştim. Şunu anlıyordum, ben gerçek bir savaşçı değildim. Gerçek savaşçılar, kaybedecek bir şeyleri kalmadığında ortaya çıkardı. Fakat beni, bir şeyleri kaybetme korkusu doğurmuştu. Ve kaybedecek bir şeyim kalmadığımda ölüyordum.
Bir nakışı, ince ince işlemeye tutulmuştum son günlerde. Elimdeki kumaşa iğneyi ileri geri geçirerek siyah iplikle kim olduğunu bilmediğim bir yüzü işliyordum. Sanatım bittiğinde, ortaya çıkan yüzün gözleri yoktu. Ağzı, sıkı sıkıya kapalı. Bunu gören Yazgülü, sırtıma dökülen saçlarımı sıvazladı.
"Hazırlan, dışarıya çıkalım. Ruhunun gözleri açılsın..." dedi, acıyan bir sesle.
"Timur izin vermez."
"Timur'un Arslan'a olan aşkından gözü bir şey görmez olmuş. Ruhu bile duymayacaktır." elini saçlarımdan çekip kuşağına götürdü. "Köye ineriz. Köylülerle kaynaşırsın. Seni sevmelerinde fayda var." kuşağından sarılmış iki tütün çıkardı. Bana uzattı.
"Bunları neden bana veriyorsun? Ben tütün içmem!"
Sözümü dinlemeden alelacele elime tutuşturdu tütünleri. "Yapacak bir şeyler bulursun." kapalı perdeleri açtı. "Hava kararmadan dönmemiz gerek, acele et."
Tütünleri kumaşın arasına sıkıştırıp ortadan kaldırdım. Onlarla ne yapmam gerektiği hakkında en ufak fikrim yoktu. Yalnızca bana, Arslan'ı hatırlatmalarını sevmiştim. Bir yangın çıktığında, birinin içi yahut dışı yandığında onları da yakacaktı. Öyle değil mi ki, bir yangın olmadıkça yanacak olmanın ne anlamı vardı?
Kara fistanı başımdan geçirip, kara bir şalı da başıma sardım. Omuzlarıma kadar örtüyordu. Geri gelen Yazgülü, kara çarşafının altından bıkkınlıkla bakıyordu. "Cenazen mi var? Karalar bağlamışsın." diye hayıflandı. Bunu o mu söylüyordu? Sandıktan çıkarttığı mavi elbiseyi zorla giydirdi. Yanaklarımı tokatlayıp kızartmaya çalışırken söyleniyordu. "Betin benzin atmış! Bu kılıkla köylünün önüne çıkılmaz. Ağanın karısı bir deri bir kemik kalmış derler."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EŞKIYA
General FictionGece boyu izledim; Çadıra düşen gölgesini. Peçesini indirişini, Sigarayı yakışını.. Üfleyişini geceye.. Yer yer çadıra dönüp bakışını.. Nefes alıp verişini.. Gözlerinde hiç korku yoktu, deli cesareti okunuyordu yüzünün her köşesinden. Büyük kalabal...