Sabahın epey erken bir vaktiydi. Güneşin ışıkları ufukta sadece bir çizgiydi. Eğri boyunlu, çiçek biçimindeki lambalar hala yanıyor, gün iyice ağarmadan son bir yemek için ışık nilüferleri parlıyordu. Lambanın ışığına uçup gelir gibi taçyapraklarının ışıklı cazibesine kapılan minik kurbanlarıyla besleniyorlardı. Dünyanın dört bir yanından getirilen nadir ağaçların ve binlerce bitkinin evi olan dev bahçenin ortasında camdan, büyük bir yapı yükseliyordu.
Seranın önünde beyaz lüks bir araba durdu. Nera kontağı kapattı. Bir an tereddütle duraksadı. Güne başlamak için bu iyi bir yol değildi. Ne kadar sakin durmaya çalışırsa çalışsın muhtemelen morali epey bozulacaktı, ama bazı cevaplar da istiyordu. Zihnini sakinleştirmeye çalıştı. Fazla düşünüyordu. Arabadan inip, bagajdan siyah, büyükçe çantayı aldı. Seraya uzanan yolda yürürken çanta kıpırdanıyor, sağında solunda minik tepeler bir görünüp bir kayboluyordu.
"Şişt," dedi Nera tatlı tatlı. "Az kaldı. Biraz daha sabret."
İşe yaramış görünüyordu. Çantanın içindeki şey sakinleşmişti.
Geçmişin mirası antika sera, kocaman botanik bir bahçenin yanı sıra bir lokantaydı da. Turistlere hizmet ettiği kadar, midelere de hizmet ediyordu. Ve bir kişi için ömrünün sonuna değin tıkılıp kalacağı eşsiz bir hapishaneydi. Henüz açılış saati gelmemişti. Bir iki garson sabah mahmurluğunun uyuşukluğu ile masaların örtülerini seriyorlardı. Bahçıvanlar ise bitkilerin günlük bakımlarını yapmakla meşguldüler. Nera'yı görünce başlarıyla ya da seslenerek selam veriyorlardı.
Nera seranın kalbine doğru ilerledi.
Yemyeşil bir karmaşaydı. Upuzun ağaçlar üç katlı seranın tavanına değin uzanıyorlar, bodur ağaçlar ve onların köklerini de saran irili ufaklı bitkiler toprağın her bir santimini dolduruyorlardı. Islak toprak, gübre ve yeşilin bin bir tonunun kokusuyla sera, matruşka bebekleri gibi dünyanın içindeki başka bir dünyaydı.
Kapıları açtı, kapıları kapattı, bir odadan diğerine geçti. İstediği yere geldiğinde onu bitkilerle dolu sıkışık bir oda yerine küçük, ferah bir orman karşıladı. Işık nilüferleri her yeri aydınlatıyorlardı. Melek kelebekleri minik parıltılı kanatlarıyla bitkilerin arasında uçuşup duruyor, dalların arasına saklanmış bir kuş ara ara ince melodisiyle ötüyordu. Gölete dökülen küçük şelalenin sesi geliyordu. Burada diğer odaların aksine sadece bir iki masa vardı. Nera masalardan birine oturduğunda dibinde bir garson bitti.
"Hoş geldiniz Nera Hanım. Size kahve ikram edebilir miyim?"
"Sevinirim," dedi Nera kibarca gülümseyerek. Elindeki çantayı ayağının dibine bıraktı.
"Her zamankinden?"
"Lütfen."
"Kahvaltı servisi açmamızı ister misiniz?"
"O kadar kalmayacağım. Teşekkürler."
Garson eğilerek selam verdi ve geldiği gibi sessizce kayboldu. Bir iki dakika sonra Nera tam sevdiği gibi hazırlanmış kahvesini yudumluyordu. Buraya daha sık gelmeliydi.
Yanındaki yapraklar kıpırdandı. Yaprakların arasından bir yüz göründü. Sedefimsi bir ışıltıyla parlayan, keskin hatlı, ince bir yüzdü. Bal rengi sarımsı gözleri alaylı bir düşmanlıkla bakıyordu.
"Günaydın," dedi Nera gülümseyerek. "Nasılsın?"
İblis yaprakların arasından çıktı. Amber kızılı saçlarını çiçek ve rengarenk tüylerle toplamıştı. Böcek kanatları gibi şeffaf, yanar dönerli bir tülden başka ince uzun vücudunu örten bir şey yoktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AY IŞIĞI
FantasyBüyücüler, Avcılar, Sıradan İnsanlar ve İblisler... Hepsi bir düzen içinde yaşıyorlardı. Ta ki en güçlü Büyücülerden biri olan Gece'nin, sevdiği adam bir Avcı tarafından vahşice öldürülene kadar... Gece artık hem intikamını alıp halkın gözünde otori...