O gün izin alamamıştım malesef. Midem hala bulanıyordu. Ama Edgar da bana fazla yüklenmedi zaten. Her neyse, çıkış saatlerine doğru Edgar hastasını muayene ettikten sonra kapısını kapattı. Kilitledi ve yanıma oturup konuşmaya başladı.
"Bir planım var." dedi. "Yemek arasında odama kapanıp bir şeyler hazırladım. Bu küçük tüpün içinde öyle harika bir şey var ki... Tam senin için. Şimdi planı anlatıyorum."
Planı anlattı, dikkatlice dinledim. Şöyleydi; bana verdiği tüpün içinde risin denilen bir zehir vardı. Ve bu zehir şöyle bir şeydi, bu zehri onun içkisine damlattığımda bir saat içinde etkisini gösterecekti. Ve onu hastaneye gittiğinde de zehirlendiği anlaşılacaktı, ama hangi zehir olduğu bulunamayacaktı. Böylece iyileştirilme ihtimali de ortadan kalkacaktı. Ve sonunda da katilini de bulamayacaklardı. Öncelikle hatırlatmak isterim. Hapse girme riskini göze alamazdım. Neden mi? Hükümet peşimde zaten. Hapse girdiğim günün akşamında da muhtemelen hastaneden çıkardım. Ama tabutumla birlikte.
Risin tek şansımdı artık. Yapmalıydım.
Tüpü aldım, bir şey söylemeden gözlerimi duvara diktim. "İyi akşamlar." dedim ve kapıyı açıp çıktım. Arkamdan seslendi. "O artık senin dostun değil, dostun öldü. O hükümetin bir kuklası. Unutma. Seni satmış."
Yine bir şey söylemeden kapıyı kapatıp eve yürümeye başladım. Aklımdan geçirdim. Sadece başka bir yere taşınsam bu sefer öldürülmekten kurturuldum. Arkadaşım da beni öldüremezdi.
Ama ya öyle değilse? Ya beni bir şekilde öldürürlerse?
Ama öncelikle neden yaşamayı bu kadar önemsiyordum ki? Kanser olduğumu öğrendiğimde tek bir parçam bile üzülmemişti. Ama sanırım değişmeye başlıyorum. Ölüm korkusu gelmişti başıma.
Eve geldim sonunda. Kanepeye oturdum. Işığı bile açmamıştım. Karanlıkta düşünmeye başladım. En sonunda telefonumu elime aldım. Ellerim titriyordu... Jesse'yi aradım. Kısaca "Takılalım mı?" dedim, elbette ki olumlu yanıt aldım. Gelmeden önce içkileri hazırlamıştım bile. Bir bardak ona, bir bardak bana. Birine risinden birkaç damla damlattıktan sonra kanepenin önündeki sehpaya koydum bardakları.
Birkaç dakika sonra zil çaldı, Jesse eğer bir katilse bu sefer işini tam olarak bitirmek için hızlı bir yöntem kullanabilirdi. O yüzden dikkatli olacaktım. Kapıyı açtım. Elinde bir silah, bıçak falan yoktu. Belki de ölmediğime şaşırmamış gibi davranıyordu.
Normal davrandı. Her zamanki Jesse işte. Kanepeye oturdu. Sağdaki bardak onundu. Soldakini aldı. Ne yapacaktım? Sağdakini içemezdim herhalde. Ayağa kalkıp başım dönmüş numarası yaptım ve sehpaya çarptım. Sehpayla birlikte bardak da düştü. Böylece onu içmek zorunda kalmadım. "Dünden beri kötüyüm zaten." dedim. Sebebini sorunca başka bir konu açtım.
Kendime içki getirmedim, Jesse kendininkini bitirdikten sonra kalkıp bir tane daha hazırladım. Yine birkaç damla risin damlattıktan sonra salona geri döndüm. Elimle ona uzattım bardağı. Aldı. İçmeye başladı... Onu öylece izledim.
Yarım saat falan normal konulardan konuştuktan sonra Jesse evine gitti. O gün uyuyamadım. Zaten 2-3 civarlarında Jesse dışarı çıkıp bağırmaya başladı. "Biri yardım etsiin!"
Hemen kalkıp onu hastaneye taşıdım. Jesse, o... Kollarımda ölmüştü. Hastaneye dahi yetiştirememiştim. Nabzının atmadığını bile bile öldüğünden habersiz hastaneye taşıdım.
Doktor Edgar odadan çıkıp "Nabzı atmıyor." dedi hemşirelere dönük bir şekilde.
Ağlamış numarası yapamazdım. Ama ciddiyim, numara yapmama gerek kalmadı. Kendi kendime onu düşündükçe ağlıyordum. Doktor konuştukça konuşuyordu. Sebebi bilinmiyor, gıda zehirlenmesi olabilir - tarzı cümleler. Dinlemiyordum bile onu.
Ama, bir sonraki gün tamamen farklı oldu.
Hem de çok farklı...

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Prygton
Science FictionAmerika hükümeti ülkenin en iyi bilim adamlarını ve cerrahlarını toplayarak bir deney başlatılar. Deneyin amacı, bir ilaç yardımıyla, deneklerin beyinlerini tüm kapasiteyle kullanmalarını sağlamak. Ancak sonrasında içlerinden birinin "Bu insanlar b...