Bölüm 29

2.5K 141 22
                                    

Bir şey söylerler diye beklemedim bile. Asansörün kapısı kapandı, ben de zemin kata çıktım. En sonunda da kapıdan çıkarak sokağa adımımı attım. Bu da mı bir oyundu yoksa? Çünkü aklım iyice karışmaya başlıyordu. Derin bir nefes aldım ve eve yürümeye başladım. Ama o da ne... Kapımın önünde polisler vardı! "Şimdi işim bitti..." dedim kendi kendime. İlk başta kaçmayı düşündüm. Ama hayır, olmaz.
Evime doğru yürüdüm, polislerden birine garip bir ifadeyle bakarak anahtarlarımı çıkardım ve kapının deliğine sokmamla "Tom Hawkins siz misiniz?" sesini duymam bir oldu. Korkudan ve stresten yüzüm kızarmıştı neredeyse. Arkamı dönüp korkumu belirtmemeye çalışarak "Evet, benim." dedim.
"Edgar'ın intiharı hakkında sizinle görüşmek istiyoruz, önemli bir konu da." dedi başka bir memur. 
Kendi kendime içimden "İntiharı mı?" dedim. Ah... İşler iyice karışıyordu. Ama o an Edgar'ın ne yapmaya çalıştığı aklımda biraz da olsa şekil alıyordu. 
"Edgar mı?" dedim yüksek bir sesle. "İntihar mı? O kendini... Hayır olamaz!"
"Lütfen bizimle merkeze gelin." dedi. Arabaya binip onlarla birlikte merkeze gittim.
...
"Edgar hakkında bildiklerinizi anlatın lütfen." dedi memur kibarlığını ifade eden bir fincan kahve ikram ederek. "Sizce o kendini neden öldürmüş olabilir?"
"Şey..." dedim biraz düşünerek. "Kanserinden bahsediyordu. Bana sürekli acılı bir ölüm istemediğini söylüyordu. Bu yüzden yanında hep bir silah taşıyordu. Sürekli onun etrafında dolaşıyordum bunu yapmaması için. Neden bilmiyorum, yakın bir dostumun kendini öldürmesi beni üzerdi tabi ki de. Kanseriyle ölmesi daha iyi diye düşündüm. Benim olmadığım bir zaman kollayıp kendini öldürmüş işte... Lanet olsun Edgar!"
"Üstünde sizin isminiz yazan bir intihar mektubu bırakmış, yasaya göre bunları okumamız yasak bu yüzden direk olarak size teslim etmeliyiz." dedi memur. 
Titreyen ellerimle mektubu aldım. Uzun uzun okuyup ikiye katladım ve ifadesiz bir biçimde memura dönüp "Bunu bana ulaştırdığınız için teşekkür ederim." dedim. 
"Edgar'ın ölümünün intihar olmadığını düşünüyoruz." dedi diğer memur direk konuyu değiştirerek. Parmak izi, ayak izi her neyse onlardan bulmuşlar diye düşünmüştüm. Ama ondan değilmiş. Meğerse ağzından çıkan kanlar dikkatlerini çekmiş.
"Kafasına sıktıysa ağzından kan akar, ama bu derece bir kan akmaz." dedi. "Adam içinde ne kadar kan varsa hepsini kusmuş sanki."
"Tamam size karşı dürüst olacağım." dedim, ama tabi ki de yalanlar uyduracaktım. Yani aslında tamamen değil. "Edgar aslında benim doktorumdu, ben onun bir deneyinde denek olarak görev alıyordum. O bu işe hayatını vermişti. Şey, gizli bir deney. Bana para ödeme karşılığında ne olduğunu sormamamı rica ediyordu. Bu yüzden ne deneyi, hiçbir fikrim yok. İşte bildiğim kadarıyla, birkaç sene önce denekler tükendiğinde kendini denek olarak kullanmış ve yanlış maddeleri karıştırdığı için kanser kapmış. Kanser mi bilmiyorum işte, beyniyle ilgili bir şey diye biliyorum. Acılı bir ölüm istemiyorum -- dediğini söylemiştim. Kan kusması onun için bir işaretti galiba, onun kanserinin bir özelliği işte. Nasıl bir kanserse... İşte bildiklerim bu kadar. Yani kanseri yüzünden, ya da kendine enjekte ettiği o deneyi - her ne ise, ondan dolayı olmalı o kanlar. Değilse de neyden dolayı bilemiyorum."
Memurlar ikna olmuş görünüyorlardı. Bana kahveyi veren memur "İşbirliğiniz için teşekkür ederiz, dostunuz için arkadaşım ve ben baş sağlığı diliyoruz. Gitmekte özgürsünüz." dedi. Ben de tedirginliğimi belli etmeden teşekkür ettim ve polis merkezinden çıktım. 
Koşa koşa Jesse'nin yattığı hastaneye gittim. İzin bile almadan Jesse'nin olduğu odaya girdim. Jesse'yi uykusundan uyandırıp "İyi haberlerim var!" diye bağırdım. Ardından kapıyı kilitledim. Mektubu yüksek sesle okudum.
"Merhaba -Amigolar-! Tom, şu senin gittiğin - ki gideceğini biliyordum, projenin gizli odasındaki mektup sahte bir oyundu sadece. O adamlara başından beri sonuca oluşan bir denek vardı demiştim. Jesse'nin deneyin başarılı deneği olduğunu biliyordum ama onlara onun ismini veremezdim. Sen daha kurnazdın çünkü, olayları çözeceğini biliyordum. Şimdi öncelikle oradaki bir milyonu alamadın diye üzülme. Sana tüm varlığımı bırakıyorum. Sonuçta ölü olduğum için benim bir işime yaramayacak, bari oyun oynadığım insanlara bir yararım dokunsun. Bu arada bu mektubu Jesse'ye de okut ve bacakları için üzgün olduğumu söyle. Sana yaklaşık 1 milyon 300 bin dolar bırakıyorum. Yani tüm mal varlığım bu kadar. Kendi intihar mektubumu yazmıştım, o sahte mektubu muhtemelen polisler incelemişlerdir. Ama sana yazdığım mektubu incelemezler. Yani bu mektubu, yasalara aykırı çünkü. Şuan bu mektubu yazarken muhtemelen beni senin öldüreceğin ihtimali geliyor ve öyle de olacak. Her neyse öyle oldu var sayıyorum, her ne olmuşsa olsun polisler bu olayı intihar sanacaklar. İntihar mektubu var ortada sonuçta. Her neyse, zarfın içinde bazı evraklar belgeler falan var. Bankaya gidip kendi hesabına parayı aktarırsın. Evim de sana geçiyor, tabi eğer oturmak istersen. Ya da satarsın. Ha tüm parayı kendin harcayayım deme. Önce Jesse'nin ameliyatını hallet. Sonra da parayı bölüşürsünüz. Böylece sen de kendi vicdan azabından kurtulmuş olursun. Bir de şunu söylemesem olmayacaktı, kaçıncıya söylüyorum bilmiyorum ama ağzıma takıldı işte. Neyse. Adios amigos!"
Mektubu okurken göz yaşlarına hakim olmaya çalışıyordum, ama beceremedim. Jesse sinsi bir gülümsemeyle "Sen ağlıyor musun yoksa?" diye sordu. Hiçbir halt anlamadığı her şeyinden belliydi. Ona her şeyi anlattım. Beni affetmesini, ayaklarının bu hale gelmesinin sebebinin ben olduğunu söyledim. Jesse ise "Affedilecek bir şey yok, ameliyatı olayım o yeterli. Hem bu senin suçun değil, herifin üzerine atlayan bendim." dedi gülerek.
Sanırım mutlu sona yaklaşıyordum...

PrygtonHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin