Bölüm 2

8.1K 372 40
                                        

Sorulardan nefret ederdim. Yani kim soruları sever ki? Belki bazıları. Ama polislerin gelip tüm olayın nasıl olduğunu öğrenmek istediğini anladığım an planım hazırdı. 
Bana "Her şeyi olduğu gibi anlatın." dediler. Şuanki teknolojiye göre de bir yalan makinesi icad edilmediğine göre, söyleyeceğim yalanların tek sonucunun vicdan azabı olacağını düşündüm. Ardından tekrar düşündüm. Vicdan azabı çekmek ve ben? Kesinlikle olmaz. 
Onlara şöyle anlattım; "Sayın memurlar." diye saçma bir giriş yaptım, biraz garip oldu tabi, ardından şöförü hapse attırmamak için yalanları sıralamaya başladım. "Son günlerde zor zamanlar geçiriyordum. Kardeşimin öldüğünü öğrendiğimde de bu bana bir tokat gibi çarptı. Dayanamadım. Kendimi o kamyonun önüne attım. Şöförün bir suçu yoktu. Ondan şikayetçi olamam."
Artık o şöföre ne oldu bilemeyeceğim, gelip benden özür bile dilemedi. Sanırım yaptığım iyilik öylece kaldı. Ama her zamanki gibi umursamadım. 
En sonunda hastaneden çıkış yaptıracağım zamana gelmiştim. O pis kokulu yerden kurtuluyordum. Ardından doktoru gördüm. Bana aynen şöyle söyledi. 
"Umursuyor musun umursamıyor musun, bu pek umrumda değil." 
Vay canına... Bir doktor için bile karmakarışık bir cümleydi bu. Sanırım bay dahi lakabını hak ediyordu. Cümlesi, aynı bir doktor yazısı kadar karışıktı. Tek fark, ben doktor el yazısını anlayamıyordum, ama adamın söylediğini anlamıştım.
"Kanserin ilerlemiş gözüküyor biliyorum, ama eğer umrundaysa - yani yaşamak istiyorsan, bu kağıda yazdığım adrese git. Oradaki cerrahların profesyonel olduğunu duydum. İyilik yapıyor muyum bilmiyorum, sadece fırsat tanıyorum sana. İyi şanslar."
Umrumda olmadığımı biliyordu değil mi? Çünkü bana beynimde kanser olduğunu söylediğindeki bakışlarım pek de korkmuş, hatta şaşırmış bile değildi. Sadece umursamıyordum. Yürüyen ölü gibiydim. Ama, sizlere doktorun söylediğinden daha karmakarışık bir söz söyleyeceğim için affedin ama... Ölüler de ölebilir.
Hastaneden çıktığım gibi havayı kokladım. En azından hastanedeki kokudan iyiydi. Ama bana yaşama isteği verecek kadar değil tabi. Bir kaza daha geçirmemeyi umarak eve gittim. Buzdolabında kalmış son birayı da içtikten sonra kanepede sızmışım. 
Telefonun çaldığını bile duyamamışım. Ardından telefona baktığımda, annemin beni tam yirmi kez aradığını gördüm. Zavallı kadın, onu boş yere suçlamıştım. 
Elimi yüzümü yıkayıp biraz kendime geldikten sonra birkaç bir şey atıştırdım. Ardından annemi aradım. 
Alo bile demesine fırsat vermeden "Birkaç gündür benden haber alamadın biliyorum. Araba kazası geçirdim, dün akşam hastaneden çıktım. Ve iyi haber, beyin kanserim var. Birkaç seneye 2. ölü oğlun olacak. Ayrıca seni boş yere suçladığım için özür dilerim. Evet içten değil bu özür, sadece söylemek yeterli olur diye düşünüyorum."
Zavallı kadın ne diyeceğini bilemedi. Yaklaşık üç dakika boyunca onun ağlamasını dinledim. Ardından "Üzülme. Merak etme, orada olacağım. Cenazeye gelemedim. Çünkü bunu o inandığın ve dua ettiğin tanrı engelledi. Ama en azından mezarına gidebiliriz. Eğer istiyorsan."
Son gücüyle ağlamayı durdurmayı başarabilmişti. Ama bu onun için o kadar zordu ki, ağzından çıkarabildiği tek kelime "Peki." oldu. 
"Geleceğim zaman haber veririm." dedim ve telefonu kapattım. Ardından kendimi kanepeye attım. 
Tüm gün doktorun bana verdiği o kağıtla bakıştık. Bir an o kadar dalmıştım ki, kağıtla konuşmaya başlayacağımı zannettim. Kağıt ve ben. Evet, bundan iyi bir aşk hikayesi olurdu.

PrygtonHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin