***
Rüzgarın yarattığı buz gibi bir serinlik hissi, saçlarımın arasından süzülürken kabanımdan açıkta kalan yerlerden tenime her değişinde hafifçe titrememe sebep oluyordu.
Ellerim, dizlerimin üzerinde duran fotoğrafların üzerine sımsıkı kapandıkları için artık soğuktan kıpkırmızı kesilmişlerdi.
Çoktan burnum akmaya, boğazım hastalığın haberini vermek istercesine sızlamaya başlamıştı bile. Ancak ben hala burada, bu bankta öylece oturmaya devam ediyordum.
Saat kaç olmuştu bilmiyordum, ben öylece oturup nehri seyrederken etrafımdan kimler geçip gidiyor bilmiyordum, ne halde olduğumu bilmiyordum. Ruhumun ne halde olduğunu bilmiyordum...
Güneş batalı o kadar çok zaman geçmiş gibiydi ki sanki etraf bir daha asla aydınlanmayacak zifiri bir karanlığa bürünmüştü.
Havada kar havası vardı ve Seul'ün bu sene her zamankinden daha erken başlayan soğukları, adeta insanın içine işliyordu.
Ne yapacağımı bilmiyordum. Menajer Jung'a ne diyeceğimi bilmediğim gibi eğer Başkan Yang'a giderse onada ne diyeceğimi bilmiyordum.
Bundan sonra nasıl bir yol izleyeceğimi bilmiyordum. Jungkook'u veya kızları, bu işten hiç bir yara almadan nasıl kurtarabileceğimi bilmiyordum.
İçimden tutamadığım bir hıçkırık daha koparken bakışlarımı nehrin üzerinden çektim ve ellerimin, adeta tüm anılarımızı korumak istermişcesine üzerlerine kapandığı fotoğraflara yönelttim.
Nasıl bu kadar dikkatsiz olabilmiştik? Ne ara bize farkettirmeden bu kadar yakınımıza girip, bir sürü fotoğraf çekebilmişlerdi?
Tanrı aşkına, onların konserlerine gittiğimiz gün çekilmiş bir fotoğrafım bile vardı. Lisa ile o kadar iyi gizlenmiştik ki kimsenin bizi tanıyamayacağını düşünmüştük. Aptaldık.
Biz birbirimizin gözlerinde kaybolurken onlar dibimize kadar girmişlerdi. Ve şimdi, tam anlamıyla kendi ellerimizle kendi sonumuzu hazırlamıştık. İkimiz içinde asla haketmediğimiz bir sonu.
Gözümden akan bir damla yaş daha fotoğrafı ıslattığında elimin tersiyle gözlerimi kuruladım ve saatlerdir elimden bırakmadığım fotoğrafları bir hışımla çantama tıkıştırıp ayağa kalktım.
Nehrin kenarından ana sokağa doğru yürümeye başladığımda zihnimin gürültülü labirentlerinde gezen, bildiğim ve inandığım tek bir doğru vardı.
İnsanlar ne derse desin, önümüze nasıl bir yasak koyarlarsa koysunlar Jungkook'tan ayrılmakacaktım. Bunu ona yapamazdım.
O bunu haketmiyordu. Biz bunu haketmiyorduk.
Kendi hayatım veya bu kararımın benim üzerimde yaratacağı felaket umrumda bile değildi. Kariyerim umrumda değildi. Geleceğim umrumda değildi.
Çünkü her ne olursa olsun, Jungkook hala bütun bunların büyük bir parçasını oluşturuyordu ve eğer onu kaybedersem, zaten hiçbiri daha gerçekleşmeden paramparça olup gideceklerdi.
İşte buna asla katlanamayacağımı adım gibi biliyordum.
*
Apartmana girdiğimde asansörlerin hiçbirinin zemin katta olmadığı görünce merdivenlere yöneldim ve kaç kat çıkacağımı umursamadan tırmanmaya başladım.
Kendime daha nasıl işkence edebilirdim bilmiyordum ama sonunda dairemize ulaştığımda nefessizlikten yere yığılmak üzereydim.
Sonunda kapının önüne gelebildiğimde anahtarlarımı aramaya halim olmadığı için direk zili çaldım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
𝐈𝐃𝐎𝐋 | RoséKook
Fanfictionİşte biz buyduk. Onun hayatı, benim hayatım buydu. İdol olmak; sevdiğim adam, sadece birkaç metre ötemde canıyla boğuşurken onun yanında olamamaktı. Yanına gidip ellerini ellerimin arasına almak ve kalp atışlarını dinlemek yerine burada, böyle üc...