Günün Şarkısı: Erdal Güney 🎤 Saklımdasın
32.GÜN: "KAYIP"
***
"Ucun yok, bucağın yok.
Saklımdasın ey yâr, haberin yok.
Yıllar geçti, sönmedi ateş;
Yanıyorum ey yâr, haberin yok."Eylül'ün 20'si
Merhaba defter,
Ruhumun dibinde bir katran, kalbimin ısıttığı ateşte kaynayıp duruyor. Ben durduramıyorum. Soğumaya bırakamıyorum, ısıtmaya devam edemiyorum. Soğutsam kalıplaşıp ciğerlerime dolacak, biliyorum. Isıtmaya devam ettikçe ise beni içten içe, fark ettirmeden öldürüyor.
Benim âşkım bir katran.
Onu kendimden söküp atmaya benliğim izin vermiyor, aklıma onu sevişlerim geldikçe. Çocukluğumda onu arada sırada da olsa görüşlerim, lisede sırf onu görürüm diye kar kış demeden okul bahçesini tavaf ettiğim onar dakikalık teneffüsler... Hepsinin bir hiç uğruna olmadığına inandırmak istiyorum kendimi. Sonra bu ego neden diyorum?
Nazım Hikmet dememiş miydi: "Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mıydı?" diye. Ben bu cümleyi yıllar önce sürekli, her an tekrarlamıyor muydum kendime? Şimdi değişen neydi, ben hiç o da beni sevecek diye düşünerek sevmemiştim ki onu. Belki küçükken beklemiştim, Türkü deniz olmadan önce. Ona karşı vicdan azabı çekmediğim dönemlerde. O günden sonra da zaten ne yaşıyorsam kendi içimde yaşamıştım.
Tahir'i Zühre sevmeseydi artık Yahut hiç sevmeseydi, Tahir ne kaybederdi Tahir'liğinden?
Mesele kimi sevdiğim, nasıl büyük sevdiğim, sevdamda cesurluğum, sevdama bulduğum karşılık değildi ki. Ya da onun beni yarı yolda bırakacak kadar korkak olması da değildi.
Sevmekti meselenin özü.
Kor ateşlerde yanacağını bilsen bile elinde çakmak gazıyla yürümekti yangınlara. Canını alacağını bildiğin için dilinde şehadet sözcükleriyle koşturmaktı ona doğru. Bunun Ateş'le bir ilgisi bulunmuyordu. Bunun benimle bir ilgisi bulunuyordu. Ben onu onsuz on iki yıl sevmiştim. Kalan ömrümde de severdim. Ama artık içimde sevgimle birlikte büyüyen bir öfke vardı. Tıpkı nefret gibi güçlüydü bu duygu da. Ama nefret değildi. Çünkü sevdanın olduğu yerde nefret barınamazdı. O dizilerde hem nefret ettiğini hem de delicesine âşık olduğunu söyleyenlerin dediği doğru değildi.
Onların hissettiği kabullenememekti.
Ben de kabullenememiştim. O nişan günü evde onu gördüğüm an her şeyi bir kenara atıp koşarak boynuna sarılmak istemiştim. Gururumu ayaklar altına alıp ona koşacak gibi hissediyordum kendimi. Ta ki nişanda yanında o kadını görene kadar. O kadın ona dokunuyor, elini koluna atıyordu. Öyle ağrıma gitmişti ki onu öyle görmek. Başka birini mi yerime koymuştu, yoksa başka birinin yerine mi beni koymuştu bilmiyordum. Açıkçası işin o kısmını düşünmemeye çalışıyordum zaten. Kaldıramamıştım. Ben yüzsüz gibi onun çocuğunu dünyaya getirmeyi isterken, onun bensiz de mutlu olması, olabilmesi kanıma dokunmuştu.
Kendime itiraf etmekte zorlansam da ölmesini bile istemiştim o an. Keşke, demiştim. Keşke bunu bana yapacağına ölseydi. En azından şimdi bu durumda kaldığıma ağlayacağıma, sevdiğim adamın cenazesi başında onun kaybına üzülürdüm. En azından bir gün çocuğum büyüyüp babasını sorduğunda onu o kadının yanına yollayacağıma, elinden tutup babasının mezarına götürürdüm. Babasının onu çok sevdiğini, aslında yanında olmak istediğini ama kaderin onları cennette birleştireceğini söylerdim. Baban anneni daha sana hamileyken boşayıp başka kadına gitti, demek istemezdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ASYA'NIN AYNASI
RomansaO, Ateş'ti. Kaçsam donacaktım, dokunsam yanacaktım. Ben de Rumi'nin dediğini yaptım. Hamdım, piştim, yandım. * 11.08.19