Birden aklıma Hercules'le çalışırken eğlenmek amacıyla yaptığımız bir hareket geldi. Düz bir duvarın karşısına geçip olabildiğincehızlı bir şekilde duvara karşı koşuyor ve duvara geldiğimizde de o ivmeyle duvarın üzerinde yukarıya doğru birkaç adım atıp, hızımız kesilmeden düzgün bir ters taklayla yere iniyorduk. Düzduvarda taklaya geçmeden önce en yükseğe koşabilen ve yere duvardanuzak noktada inebilen birinci oluyordu.
Burada düz duvar yerine ağacın gövdesini kullanabilirdim. Bir de, ters takla sırasında en üst noktaya ulaşınca yönümü değiştirmeliydim. Son bir defa planımı kontrol ederek -kendimi planın mükemmelliği nedeniyle tebrik etmeyi de ihmal etmeden- uygulamaya geçtim.
Ağaca doğru olanca hızımla koşmaya başladım. Devin ağaca ulaşmasına beş-altı metre kalmıştı ve yanından geçerken umursamazlığı hala devam ediyordu. Ama biraz sonra başına gelecekleri bilseydi, eminim bu kadar vurdumduymaz davranmazdı.
Ağaca ulaştığımda hız göstergem sona dayanmıştı. Hiç hız kesmeden ağacın üzerine ilk adımımı attım. Sonra iki, üç… Dördüncü adımı sol ayağıma denk getirmiştim ve bacağıma sonuna kadar yüklenerek kendimi geriye doğru fırlattım. Takla sırasında baş aşağı olduğum anda, devi üstten görebildiğimi fark ettim, demek ki hedefi tutturmuştum. Artık son aşamaya geçebilirdim. Taklanın son aşamasında ters durumdan düz duruma geçerken, aynı zamanda kendi eksenim etrafında da yüz seksen derece döndüm.İşte şimdi karşımda iki çift şaşkın bakışlı göz duruyordu. Tek seferde işi bitirmeliydim. "Acımak yok!" diyerek motivasyonumu iyice yükselttikten sonra, bütün gücümü kullanarak iki kılıcımı da kafalara doğru savurdum. Ayaklarımın üzerine ustalıkla indiğim anda,yaratığın kafaları da yerçekimine dayanamayarak -artık gövdeye bağlı olmadıkları için- yere düştüler. Yaratık da birkaç saniye öylece başsız bir şekilde bekledi ve sonunda gürültüyle arkaya doğru devrildi.
Yaratığın cansız bedeninin büyüklüğüne bakınca, "Carol sen çok iyi bir savaşçısın." diyerek bağırdım, kılıçlarımı havaya kaldırarak. Sonra arkamı dönerek, "Matt, nasıldı ama?" diye sordum. Matt, biri parmak şıklatmış ve hipnozdan çıkmış gibi boş boş bakarak:
"Karışmasaydın ben halledecektim zaten." diye cevap verdi.
"Peki, bunu ağacın arkasına saklanarak mı yapacaktın?" dedim sinirli bir şekilde.
"Herkesin metodu farklı olabilir, önemli olan sonuç." dedi pişkin pişkin.
"Matt, şimdi sana laf yetiştiremeyeceğim, al şu kılıcını gidiyoruz.''
"Nereye gidiyoruz?" diye sordu. Bir taraftan da arkamda yürümeye devam ediyordu.
"Çöle gidiyoruz."
"Carol, çöle şato yapmazlar. Ne işimiz var şimdi orada?" diye sordu ellerini iki yana açarak.
"Mel orada da ondan. Biz yardım etmezsek çölden asla tek başına kurtulamaz." diye cevap verdim.
"Gidelim o halde, bana uyar," dedi.
Kısa süreli bir yürüyüşten sonra ağaçlar iyice seyrekleşmeye başlamıştı, demek ki çöle iyice yaklaşmıştık. Ağaçların seyrekleşmesiyle birlikte güneş de oldukça yakıcı oluyordu. Bütün bunlara bir de Matt'in sızlanmaları eklenince, ortam gerçekten çekilmez bir hal almıştı.
Çöle yaklaşmıştık ama Mel'i böylesine büyük bir alanda koordinat tespiti yapmadan bulmaya çalışmak son derece anlamsız olurdu.
Belki izleme fonksiyonundan bir şeyler öğrenebilirim, diye düşündüm. Hemen görüntü alanımdaki "Mel" ikonunu tuşladım. Görüntü alanındaki bölünmüş kısımda Mel'in görüntüsü belirdi. Çılgın gibi bağırarak yardım istiyordu:
"Hey, kimse beni görmüyor mu? Biriniz yardım etsin! Carol neredesin?"
Bulunduğu yeri anlamamı sağlayacak bir ipucu bulmayı umuyordum; ama etrafta kumdan başka bir şey görünmüyordu. Esas problem şuydu ki Mel'in çevresindeki kum alanlar, sanki altlarında delik açılmış gibi, kum saatindekine benzer bir şekilde boşalıyordu. Bu olay sürekli yer değiştirerek gerçekleşiyor, boşalma gerçekleşince o alan, hiçbir şey olmamış gibi eski haline dönüyordu. Kumların Mel'i şimdiye kadar yutmamış olması bir mucizeydi. Ona bir an önce ulaşmalıydık.
Birden, Mel'in gölgesi gözüme takıldı. Gölgenin açısı ve boyu,onu bulmak için hangi yöne doğru ilerlememiz gerektiği hakkında ipucu veriyordu. Şans eseri doğru yoldaydık.
"Daha hızlı olmalıyız!" diye bağırdım. "Mel çok uzakta olamaz."
"Carol, hemen arkandayım ve sadece ben varım. Sanki seni bir ordu takip ediyormuş gibi davranıyorsun."
"Evet, sıcaktan olsa gerek, saçmalamaya başladım."
"Neyse üzülme, herkes benim kadar mükemmel olamaz, bu senin suçun değil."
"Matt, saçmalamayı kes istersen."
On dakikalık yürüyüşten sonra, seyrek de olsa göze çarpan küçük bitkiler de artık tamamıyla kaybolmuştu. Önümüzde alabildiğine uzanan bir çöl vardı. Matt: "Nihayet artık yürürken bitkiler ve taşlar ayağıma takılmayacak, tıpkı kumsal gibi görünüyor!" diyerek heyecanla öne doğru atıldı. Ve devam etti: "Önden ben giderim."
"Matthew, dur! Sakın iler.."
Sözümü tamamlamaya bile fırsat bulamadan Matt'in ayağınınaltındaki kum kayarak düşmesine neden oldu. Bir ayağı kumun içindeydi ve kum onu çekmeye devam ediyordu. Matt korku ve şaşkınlıkla bağırmaya başladı.
"Carol, yardım et, bu şey beni yutacak!"
~YAZAR NOTU~
Merhaba sevgili okuyucularım! Umarım romanımı şu ana kadar beğeniyorsunuzdur, çünkü gerçekten güzel bir şeyler ortaya çıkarmak için çok uğraşıyorum. Bu yüzden görüşlerinizi bölümlerin altına yazarsanız çok mutlu olurum, motive olmak için daha çok yorum ve beğeniye ihtiyacım var. Herkese iyi okumalar! :)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SAKLANANLAR
Science Fiction"Eğer farklıysak..." Kelimeler boğazında düğümlenmiş, cümleyi tamamlayamamıştı. "Biz kardeşiz. Bundan en ufak bir şüphe duymuyorum." diyerek yatıştırdım onu. Sonra devam ettim: "Ama elbette tuhaf olan şeyler var. Mesela; genetik yapımız inanılmaz de...