-43- Dar Boğaz

146 20 40
                                    

Toprak Alkan
Su kadar berrak bir hayatın hayalini avuçlarımda, kuru bir yaprak misali parçalamıştım.

Hayatımın nihaî gidişatı gösteriyordu ki bir damla suyun berraklığı yalnızca rüyalarımı süsleyebilirdi ve savaşmaya gücüm yoktu. Çünkü ne yalanlarla savaşabilecek kadar dürüst hissediyordum ne de doğrusunu bilmediğim yalanları dinlemeye meraklı...

Derin nefeslerimle hareketlenen omuzlarım gözyaşlarımla sarsıldıkları ana uzak değillerdi. Bunun bilinciyle suyu kapattım, kabinden çıktım,  bornozuma  sarıldım ve odama geçtim.

Evin duvarları üstüme üstüme geliyordu ama yine de buradan daha huzurlu hissettiğim bir  yer yoktu. Burası benim en kıymetli anlarımın  meskeniydi.

Şu an tam karşımda, komodinin üzerindeki vazoda Evren'in barıştığımız gece şarkı söylerken elinde tuttuğu çiçekler vardı. Şuradaki yatakta sırılsıklamken uyumuştuk. Dolapta bana verdiği mor sweati  duruyordu. Mutfak dolabında sürekli oraya yasladığı sırtının gölgesi duruyordu ve duvarlarda kahkahalarımız yankılanıyordu.

Evet, başta bu evde olmaktansa mezarda olmayı yeğlemiş ve durmaksızın kaçmıştım hatıralarımızdan. Sebebi şuydu: Sıkıştığım yalan çukurundan beni çekip çıkarabilecekken bunu yapmamış, beni aptal yerine koyanların arasına  katılmıştı.

Bu beni kaçıp gitmeye zorlamıştı.

Ondan, yaşananlardan ve her şeyden kaçmak isterken iki hafta önce bir şey yapmaya başladı.

Bana her gün aynı saatte bir fotoğrafımızı ya da videomuzu atıyor ve ses seda etmeden çevrimdışı  oluyordu. Bunu, bizi bana hatırlatmak için yaptığını biliyordum ama hiç gerek olmadığını ona söyleyemiyordum.

Zaten onu unutamıyordum. Doğrusu, unutmak istemiyordum. Tek istediğim kafamı toparlayıp doğru bir yol çizmek ve o yolda küçük adımlarla da olsa ilerlemekti. Ama şu anda hayatım o kadar yanlıştı ki nereye baksam gördüğüm yanlışlar doğruyu bulmama engel oluyordu.

Evren Türkyılmaz benim hayat çizgim olmuştu.

Bu yüzden onu unutmak istemiyordum çünkü onu unutmam demek benliğimi söküp bir kutuya hapsetmek ve kutuyu da yerin yedi kat dibine gömmek demekti. Onu unutmam demek ölmem demekti. Hayat çizgimi bastıra bastıra silmek demekti.

Onu özlüyordum.  

Öyle çok özlüyordum ki attığı her fotoğraf,  her video anı kafamda tekrar yaşanıyor ve o an ne hissettiysem hissediyor, gözlerimden hüznüm akarken mutluluğum gülüşümden seziliyordu.

Fotoğraflar yetmiyordu. Tam üç haftadır o güzel yüzünü canlı kanlı  görmemiş, sesini ses tellerinin yanından dinleyememiş, içimi temizleyen ferah kokusunu içime çekememiştim.

Bunu bize yapanlara lanet okumak   bile gelmiyordu içimden.

Onu affetmek isterken affedemiyor olmanın sancısı öyle büyüktü ki... Sorun, bunun bir daha yaşanmayacağına inancimin zayıf olmasıydı. Bir daha kandırılmayacağıma, bir daha gerçeklerin acı yüzüne yalanların tatlı yüzünü değil, acı da olsa doğruları duyacağıma inanamıyordum. 

Ancak inancım geri geldiğinde ona gidebilirdim.

Havalar iyice ısınmaya başladığı için penye şortlarımdan birini altıma geçirip üstüne de yarım tişörtlerimden birini giydim. Aynadaki yansımama diktiğim gözlerim saçlarıma takıldı.  İyice uzamış, lüle lüle olmuş uçları kalçalarıma inmek üzereydi. Bunu görmek Evrenle saçlarım hakkında yaptığımız sohbeti aklıma getirirken dişlerimi sıkarak düşünmemeye çalıştım. Onu çılgınlar gibi seviyorken ondan kaçınmak berbattı.

AWAREHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin