(∆)Antik Harabeler

77 7 0
                                    

Feci derecede bayatlamış sakızı paketinden çıkardım ve ağzıma atmadan önce sulanması için geçicı dövme kağıdına tükürdüm. Bu deneyeceğim beşinci dövme olacaktı. Buna rağmen hapisane kaçkını gibi görünmediğim konusunda kendimi zihinsel olarak ikna etmeye çalışıyordum. Kağıdı yavaşça derime yapıştırdım, üzerine bastırdım ve aynı yavaşlıkta dikkatlice kağıdı derimin üzerinden çekmeye başladım. Kalan son kısma kadar her şey mükemmel gidiyordu ki dövmenin dokusu yine birbirine yapışıp kesikli bir görüntü oluşturdu. Neden her seferinde böyle olmak zorundaydı ki?! 


Yürüdügümuz vadi uzuncana ve yemyeşildi. Çayırın biraz uzağında, bir yel değirmeni görünüyordu. Esintiden kanatları ağır ağır dönmüştü. Kulağıma çınlayan bir şeyin sesi geldi ve bu çınlamalar gittikçe daha fazla arttı. Ve ardından meleme sesleri yükseldi. Yanılmıyorsam dağların arkasından bir çoban geliyordu. Yanımızda götürdüğümüz sakız kolisine baktım. Takas edilebilr olup olmadığını düşünüyordum. Koyunlar tepenin rengini bir anda beyaza boyadı. Ve çoban önümüzden geçti. On üç on dört yaşlarında bir çocuktu. Uzaktan, daha iyi görmek için gözlerini kıstı ve eliyle gözlerini gölgeledi. Yürüyerek ortada buluştuk.

Lafı dolandırmadan söze girdim.
"Sakız ister misin?"
Çoban kafa karışıklığıyla bana baktı, incelemesi için elimdeki sakız kolisini ona uzattım.
"Nasıl?"
"Eğer istiyorsan, herhangibir şeyle takas ederiz."
Ve bunun yiyebilecek bir şeyler olması harika olurdu.
Anlamış bir şekilde elindeki kutuyu inceledi.
"Keçi sütü olur mu?" dedi ve yarım litrelik pet şişeye güğümden doldurdu.
Hayatımda hiç keçi sütü içmemiştim, yine de plastik yemekten daha iyi bir opsiyon gibi gözüküyordu. Onun için de o an bulunduğu yerde sakız bulabilmek seyrek bir opsiyondu. Yani, öyle umuyordum. Ama yarım litre çok azdı. İdareli kullanılırsa bile iki üç gün idare ederdi.
"Başka bir şeyler var mı?" diye sordum.
Eliyle beklemem için işaret verdi ve heybesini karıştırmaya başladı.
"Her neyse, ne yanındaysa işte." dedi Rüzgâr.
İçinden kurutulmuş et ve pestil çıkardı.
"Et ve pestilin az bir kısmıyla, keçi sütünü alsak?"
Çocuk bir süre düşündü, daha sonra "Olsun." dedi ve ardından sordu:
"Siz burada neden yayan geziyorsunuz?"
Bir sürelik uzun ve tuhaf sessizlik oldu. Ve konuşmaya başladım.
"Pekala, her şey, rastgele yerlerde buldiğumuz parlayan taşların hayatımızı altüst etmesiyle başladı. Sonra kötü adamlar tarafından kaçırıldık, bir şeyler patladı ve şimdi tüm ekibi tekrar toplamak için tüm ülkeyi yürümek zorundayız."
"Tüm ülkeyi yürümek kısmını abartıyor." dedi Rüzgâr düz bir sesle.
Boğazımı temizledim ve devam ettim.
"Tamam, belki biraz abartmış olabilirim."
Çocuk, bir sürü ifadesiz durduktan sonra kaşlarını çattı ve:
"Öyleyse... Size iyi şanslar."
Bunu kesinlikle ironik olarak söylemişti. Doğruyu söylemenin bedeli sıyırmıs sayılmak olsa da bu sefer aklıma bir yalan gelmemisti ve bu fırsatı sıradan insanlara gerçeği söyledimizde alınabilecek tepkiyi test etmek için fırsat saymıştım. Ve muhtemelen bunu bir daha yapmayacaktım.

Haritaya göz atarken antik harabelere ne kadar yaklaştığımızı fark ettim. Ve bu beni şaşırtmıştı. Öyle ki kendime bu yolculuğun sonsuza kadar sürebileceğine alıştırmıştım. Oysa sadece iki saat sonra antik tiyatronun küresel yapısı karşı tepenin ardından seçilmeye başladı. Güneş dağların arkasından batarken her yeri kızıllaştırıyordu. Bu bana Rüzgâr defteri ateşe verdiğinde çıkan alevlerin rengini hatırlatıyordu. Ve gözlerinin ardında gördüğüm şeyi... Ve ne gördüğümü tanımlamak için çok erkendi.

Ve nedense flitresiz bir şekilde aklımdan geçenleri dilimden döküverdim.
"Biliyor musun, günlük tutacak birine benzemiyordun."
Bir süre sessiz kaldıktan sonra:
"O bir günlük değil!"diye terslendi.
Ve ardından sakince ekledi:
"Not defteri."
"Ve sen o şeyi tamamen yaktın!" dedim ve bunu derken sesim şaşkınlıktan ve heyecandan planladığımda yüksek çıkmıştı.

Tepeden yana doğru kıvrıldıktan sonra antik tiyatro ayaklarımızın altındaydı. Buradan aşağıya doğru baktığımızda da Açelya'nın bulunduğu yer altı nehrine çok yakın olan kasaba duruyordu. Bir şeyler ters gitmemişse bu, yalnız yolculuk edeceğimiz son gündü. Sıra sıra dizilmiş taşlardan birine oturdum ve günbatımına baktım. Sonra bakışlarım Rüzgar'a kaydı. Karşıdan gelen sıcak tonda ışıklar solguncana olan yüzünü olduğundan farklı gösteriyordu. Göz altları mor değil de sadece gölgeli duruyordu. Ama onun genelde göründüğü gibi donuk ve cesetvari değildi sanki. Bir şeyler değişmiş de, ne olduğuna parmak basamıyormuşum gibi. Ama güneş battığında tüm bunların ışık oyunu olduğuna kanaat getirecektim, biliyordum. O yüzden güneşin mümkün olduğunca yavaş batmasını diledim.

Hava kararırken keşke müzik çalarımı çalıştırabilseydim diye düşündüm. Ama pillerin hepsi bitikti. Çantamı deştim ve mp3 çalarımla birlikte bitik pilleri de dışarı döktüm. Belki içlerinden birkaç tanesinde hala onu çalıştıracak kadar güç kalmıştır diye pilleri rastgele denemeye başladım. Fakat malesef hiçbiri makineyi başlacak kadar dolu değildi. Ardından aklıma çok eskiden duyduğum bir numara geldi. Pili dişlerince kimyasalın hacmi küçüldüğü için içindeki kimysalın tepkime dengesi kayıyordu. Böylece bir süre daha kullanılabilir oluyordu. Lisede öğrendiğim bu bilgiyi de kutsayarak andığıma göre, geriye bir tek denemek kalıyordu. Pili dudaklarımın arasına götürdüm ve bir kaç kere usanmadan dişledim. Ve makinenin içine taktım. Açılış tuşuna tekrar bastığımda gergin bir bekleyişin ardından mp3 çalarımın gökküşağı renklerinde ışığı yandı ve makine açıldı.

Müzik dinlemeyeli sanki asırlar olmuş gibi hissediyordum. Oynat tuşuna bastım ve tadını çıkara çıkara birkaç şarkı dinledim. Daha sonra pil yine bitti. Ama yine bu pili ya da başka bir pili ısırarak çalıştırabilirdim.

"Müzik çalarımı çalıştırmayı başardım, istersen sen de bir şeyler dinlebilirsin." diye sordum Rüzgâr'a.
"Sanmıyorum." diye yanıtladı.
Omuz silktim.
"Sen bilirsin."
Teklif var, ısrar yoktu. Yüzüne tekrar baktım ve gördüğüm ifade beni şaşırtmadı. Donuk ve bıkkın.
"Arada bir yüz ifadeni değiştirmeyi deneyebilir misin? Bu şekilde sana işkence ediyormuşum gibi hissediyorum."
"Ah, tatlım..." diye söze başladı.
"Ediyosun da zaten. Bu dünyada canlı olan, nefes alan, mutlu olan, şaşıran, çiçek açan, umut eden, etrafa aptalca enerji saçan her şey ciddi anlamda midemi kaldırıyor."
"Ne?!"derken yüzüne dik dik baktım. Doğrusunu söylemek gerekirse söyledikerini sindirmek zaman aldı.
"Neden bu kadar karamsarsın?"diye sordum.
"Bir astronomun söylediğine göre evren sonsuz olsaydı geceler bile aydınlık olurdu. Çünkü sonsuz bir noktaya baktığımızda bile ihtimalsel olarak orada bir yıldız olurdu."
Gökyüne bir göz attım. Milyonlarca yıldız, bizim onlara baktığımızdan habersizce ışıldıyordu. Belki bir kaçı çoktan ölüp bir karadeliğe dönüşmüştü, ya da ışığını yitirmiş dev bir demir küreye, ama ışığa yüklediği bilgi henüz dünyaya gelmediği için bundan haberimiz bile yoktu.
"Demek ki evren sonsuz değil."diye ekledi.
"Evrenin hep genişlediğini söylüyorlar, ama belki sonsuz sayıda olmasa da gördüğümüzden daha fazla yıldız vardır, ama bir şeyler o yıldızların ışığını kapatıyordur. Tüm ihtimallere yetişmeye zaten kimsenin ömrü yetmez."


"Ne fark eder ki, atalet önünde sonunda kazanır, her şey birbirinden ayrılır, kopar, maddeler donar ve çöker.  Yıldızlar doğar, yıldızlar ölür. Taa ki enerjinin yitip, her şeyin hiçliğe gömülmesine kadar. Başka birşey umuyorsan kendini kandırırsın ancak! "

Evrenin sonu  böyle olmasının birini bu denli derin bir karamsarlığa sürüklemesi gerekmiyordu, lakin o ayrı bir tartışmanın konusuydu. Asırlardır burada duran evladiyelik taşlarla yapılmış antik hipodrom, yıldızların kadim ışıltılarına iltifat ediyordu. Feryat edercesine gökyüzüne tekrar baktım. Yolun sonunda bizi bekleyen şeylerin karanlık gizemine. Kim bilir belki de haklıydı.

 Kim bilir belki de haklıydı

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Adaletin ElçileriHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin