O günden sonra kolyenin parlaması gibi sıra dışılıklar, olağan bir desende gidiyordu. Ben de samanları havalandırıp önüme bakıyordum. O tuhaf falcıya gittiğimin tek kanıtı olan harita parçaları ise dolabımda küfleniyordu.
Hava, günden güne ısınırken, bir yarıyılın sonu geliyordu. Bu aynı zamanda yaklaşan final haftası demekti. Sonra da en sevdiğim şey, tatil, geliyordu. Zamanın geçiş hızı korkutucuydu. Öyle ki bazen finallere hiç çalışamayacağımı zannediyordum. Ardından da ne olur bilirsiniz sonunda o sınavlar gelir ve siz de geçen zamanda neyi kafanıza tıkıştırdıysanız onlarla az çok bir şey yaparsınız. Her şey son final tarihinden bir gün önceye kadar gayet pürüzsüz gitti.
Büyük boy kahveyle sandalyenin tepesine tünedim, kalemimi hunharca dişlerken bir yandan ekranda açık olan ders videosunu anlamaya çalışıyordum. Kolyeyi ne zaman çıkarsam boynumda buluyordum o yüzden çıkarmaya çalışıp durmaktan bıkmıştım. Her zamanki gibi ışıldamaya başlayınca göz ucuyla ona baktım.
"Haydi ama, hiç yardımcı olmuyorsun."
Evet, kolyeyle konuşan bir zırdeliyim ben. "Ödevimi köpek yedi o yüzden getiremedim." "Geçenlerde yerde bulduğum kolye ışıldamaya başladı, o yüzden finale pek iyi çalışamadım." Bu iki cümlenin eşit derecede inandırıcı olması adaletsizlikti.
Dolabımı açtım ve haritaları getirdim, herhangi bir durumunda yanımda olması daha güvenliydi. Uyku ihtiyacım artık kahveyle telafi edilmeyecek düzeye yaklaşıyordu. İki saat sonraya alarm kurdum. 2 saatlik uyku belki kafamı biraz toparlardı. Başımı masaya koydum ve uyudum.
°*°
Uykulu bilincimin ardından buğulu sesler duyuyordum. Sesler uykum açıldıkça netleşti.
"Peki ya o?"
"Sizce uyandırmalı mıyız?"
"Bilmiyorum, yorgun gözüküyor."
"Kahve gibi kokuyor."
"Düzeltiyorum, final haftası gibi kokuyor. Benimki de yeni bitti, oradan biliyorum."
Bu sözler jakuzide sakince yüzmekte olan beynimin soğuk su raptiyeleri oldu. Acaba ne kadardır uyuyordum? Uzandığım yerden sıçradım.
"Uçan pembe Nijerya şempanzeleri aşkına, saat kaç?!
"Hey, sakin ol." dedi, kıvırcık saçlı gözlüklü çocuk. Sarı saçlı kız ise çantasından telefonu çıkarıp saati gösterdi.
"18:36" En azından koca bir gecem vard... Bir dakika ben neredeydim ki! Burayı daha önce hiç görmemiştim. Genişçe örülmüş duvarlara, ufak kare pencerelere göz attım. Hangar gibi bir yerdi.
"Burası neresi?"
"Biz de bilmiyoruz." dedi sarı saçlı kız.
"Sizler de kimsiniz?"
"Ben Açelya." Kız elini uzattı, tokalaştık.
"Deniz" dedi gözlüklü çocuk.
"Ben de Nora."
"Ben de Acar."
Tanışırken bir yandan da buraya nasıl gelmiş olabileceğim aklımı kurcalıyordu. Deniz arkaya döndü ve varile yaslanmış kapüşonluyu işaret etti.
"Hey oradaki, peki ya sen?" Kısa bir süre cevap gelmedi.
"Rüzgar" dedi donuk bir sesle.
"Bilin bakalım birden bire kendimizi burada bulmamız dışında ortak noktamız ne?" dedi Acar.
Anlamamışçasına gözlerimi kıstım, "Birden bire derken neyi kastediyorsun, ışınlanma gibi mi?"
"Ben de ilk başta inanamamıştım." dedi Açelya.
Uyurken kendi maddesel transportasyonumu geçirmiştim ve haberim bile olmamıştı, bu bedeli en ağır uykularımdan biriydi sanırım.
Acar bileğine dolanmış ipin ucundaki taşı gösterdi. Benimkiyle tek farkı taşın yeşil renkte olmasıydı. Açelya'nınki ise anahtarlığına takılıydı, onunkisi ise buz mavisiydi. Rüzgar'ınki turuncu, Deniz'inki ise mor renkteydi.
Bundan sonra günlerdir ne gibi şaşkınlıklar yaşadığımızı, taşları ne şekilde bulduğumuzu üstünkörü birbirimize aktardık. Ve ortak olarak bu meseleyi araştırmaya karar verdik. İlk başta kulağa saçma geliyor farkındayım; ama bu böyle bir şeyle tek başına başa çıkmaya çalışmak doğanın kanunları gereği daha zordur.
Aslında bazı şeylerin bu kadar uzamasını neredeyse hiçbirimiz beklemiyordu. Tek yapabildiğimiz bu olayla ilgili mekanlarda bunların neden olduğunu anlayabileceğimiz izler aramaktı. Ama her ne bulursak bulalım bizden bir şekilde uzaklaşamayan bu garip cisimlerin, durduk yere parlama problemini çözmüyor ve mantıklı cevaplar karşımıza gelmiyordu. Önce aniden belirdiğimiz hangarı araştırdık ve ne herhangi bir ipucu ne de neden burada toplandığımızın cevabını bulamadık. Ardından ben gittiğim falcıyı anlatmak zorunda hissettim, haritaları çıkardım ve gösterdim. Ve ister istemez şu soruyu sordum:
"Benzer bir şey başına gelen var mı?"
Açelya ve Acar bunu hiç internette aramamışlar. Rüzgar ise konuşkan birine benzemiyordu ve bu ya da başka bir konuda herhangi bir şey söylemedi. Deniz ise web sayfasını gördüğünü ama ciddiye alıp adrese gitmediğini söyledi. Hatta web sitesini gördükten sonra büyük ölçüde kendisine şaka yapıldığın düşünmüş. O anda zihnime canlandırdım da, kabul etmeliyim ki web sayfası 2000'li yıllardaki internetin yapısını andırıyordu ve son derece özensiz hazırlanmıştı. Daha sonradan web sitesini tekrar inceleyecek ve falcıya iade-i ziyaret yapmayı kararlaştıracaktık.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Adaletin Elçileri
ФэнтезиSırtımı dayadığım soğuk taşlardan kaldırdım ve hücrenin rutubetli havasını içime çektim. Az yukarıdaki delikten sızan gün ışığı hüzmeler halinde içeriyi aydınlatıyordu. Ama bu bile ortamdaki kasveti dağıtmaya yetmiyordu. Takdir edersiniz ki şimdi d...